Bulutlara yakın yüce dağların eteklerinde kurulmuş bir köyde gözlerimi
açmışım dünyaya. “İnsanın anavatanı çocukluğudur” denir. Çocukluk ve ilk
gençliğimi yaşadığım yılar yoklukların can acıtıcı zamanlardı. Şöyle ki
köylerde elektriğin esamisi okunmazdı. Ulaşım araçları dünyamıza girmemişti.
Yine de şen ve mutluyduk. Coşkuyla oynardık oyunlarımızı. Okuduğumuz ders
kitapları ve öğretmenlerimizin anlatılarıyla geleceğe sonsuz güvenle bakardık.
Ülkemizin hızla kalkınacağına inanır ve tüten fabrika bacalarının yurdun her
tarafına yayılacağına inanırdık.
Köy okuluna sevinçle gider, geniş okul bahçesinde doya doya oynardık. Kış
mevsimi severek yaşadığımız bir mevsimdi. Her çocuğun bir kızağı vardı. Kar
yağıyor, hava açık hiç fark etmezdi biz çocuklar için. Okuldan zaman buldukça
kızak kaymak en büyük zevkimizdi. Kışın başlangıcı Kasım ayının ortalarıydı.
Kar bir yağdığında doğa beyaz kürküne bürünür, kürkünü ancak Nisan ortalarında
çıkarırdı.
İlkbaharın gelmesiyle yeşeren çayırlar yeşillik denizini andırırdı. Gün gün
havalar ısınır. Kır ve çayırlarda koyun, kuzu melemeleri kuşların sesine
karışırdı. Ağaçlar tomurcuklanır daha sonra renk renk çiçeklerle bahçelerimizi
süslerdi. Mayısta ılık havalarda yağan yağmurlar canlanan doğanın daha da
şenlenmesini sağlardı. Deli dolu yağmurlar yağmazdı.
Yaz mevsimi özellikle sonbaharı ne çok severdik. Yaz aylarında
yaylalarımızın doruklarından doğup vadilerde gürleşen çayda çimmek en büyük
zevkimizdi. Uzun çobanlık günlerimiz sıkıcı olsa bile yine de şendik.
Sonbaharda tüm güzelliğiyle gelirdi. Meyve ağaçları ve yayvan yapraklı ağaçlar
gökkuşağı renkleriyle bezenirdi sararan yapraklarıyla. Okullar açılır
kitaplarımıza, öğretmenlerimize kavuşur çobanlık görevlerimizden azat olurduk.
Aradan çeyrek yüz yıl üzerine biraz daha fazla zaman geçti. Mevsimlerin
gelişi normal özelliklerini kaybetti geçen yıllar içinde. Eski yıllarda hemen
hemen her mevsimde yağmurlar yağardı. Yağmurların yağış hızı büyüyen özellikle
mısır ve fasulye benzeri ürünlere zarar vermezdi. Şimdilerde bazı günler kış
ortası gibi her tarafı sisler bürüyor hızlı hızlı yağan yağmurlarla.
Bazı yaz aylarında, “yer demir gök bakır” gökten bir damla bile yağmur
düşmüyor. Güneşin kavurucu sıcakları yemyeşil çayırları boz kırlara
dönüştürüyor. Bazen de yaz ortasında görülmemiş rüzgârlar esiyor. Ve abartı
değil ceviz iriliğinde dolu yağıyor. Mısır, fasulye, biber benzeri ürünleri
yerle bir oluyor.
Ağustos ortalarıydı. Komşumuz eşiyle beraber bir gün önce biçtiği
çayırlardaki çimenleri topluyordu. Çayırlar evimizden yarım saat uzaktadır. O
gün köyümüzde cenaze vardı. Kardeşimle ikindide kaldırılacağını duyduğumuz
cenaze merasimine katılmak için cenaze evine gittik. Giderken komşumuzu da
aldık arabaya çimenlerini topladığı çayırından. Yol zaten çayırın yakınından
geçer. Yenge çayırın başında kaldı.
Hava bulutluydu. Gökyüzünde kara kara bulutlar birbirlerine karışıyordu.
Yağmur bekleniyordu her an. Cenaze defnedildi. Çabucak geri döndük. Komşumuz
eşinin yanında kaldı. Yağmurun başlaması an meselesiydi. Yengeye bizimle eve
dönmesini söyledi komşu amca. Yenge kabul etmedi.
Eve döndük fazla zaman geçmedi her tarafı kesif bir duman sardı. Rüzgâr
çıktı. Göz açıp kapayıncaya kadar süre geçmeden yağmur şiddetini artırdı.
Rüzgâr fırtına şeklini aldı. Görüş mesafesi diye bir şey kalmadı. Gökten
kovanlarla su dökülüyordu adeta. Gök yarıldı… Evimizin hemen ilerisindeki
derecik coştu koskoca bir çaya dönüştü.
Derenin bir tarafı çam ormanı diğer yüzü meyve ağaçlarıyla çevrilidir
oysaki. Ağaçlar yağmurun hızını kesemedi. İlk kez evimizin önünde bir sel
oluştu. Yağmur üççeyrek saat kadar sürdü. Nihayet hızını kaybetti ve
sakinleşti. Böylesi şiddetli yağmura ilk kez karşılaştık yaşadığım yıllar
içinde.
Biraz sonra komşu amcayı gördük evlerin ilerisindeki çayırda. Yengeyi sekiz
on yaşındaki çocuk gibi arkasına yüklenmiş sallana sallana ve yavaş yavaş evine
dönüyordu. Hemen amcamızı karşıladık. Kardeşimle yengeyi koltuklayıp doğruca
bizim eve getirdik. Yengemin elbiselerinde kuru iplik kalmamıştı. Sobayı
canlandırdık. Eşim yengenin vücuduna yapışan elbiselerini zor bela çıkarıp kuru
elbiselerle değiştirdi. Yengemiz hafif sıklet bir kadındır. Elli kilo ya var ya
yoktur. Isındı amcamız da. Yüzü gülmeye başladı. Sırada şaka yapmak vardı.
Amcaya, “Şanslı bir adamsın(!) Eğer yenge yetmiş, seksen kilolu bir kadın
olsaydı ıslak elbiseleriyle daha da ağırlaşırdı. Nasıl taşırdın sırtınla.”
Gülüştürdük…
Hemen hemen her yıl yaz aylarında eski yıllarda görülmedik şiddette
yağmurlar, arada da dolu yağıyor. İklim değişikliği bu olsa gerek. Çocukluk ve
ilk gençlik yıllarımda enflasyon, iklim değişikliği sözlerini hiç duymazdım.
Şimdi bu iki hayırsız olguları her yıl sık sık duyuyor ve somut olarak
yaşıyoruz maalesef. Etme bulma dünyası; rüzgar eken fırtına biçer. Bizde
ektiklerimizin meyvesini biçiyoruz acı acı.
İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, Yazar)