31.1.24

Alışkanlıklar

 


Her insanın iyi, güzel ve yararlı alışkanlıkları olduğu gibi kötü, çirkin ve zararlı alışkanlıkları da olabilir. İnsanın görevlerinden biri, belki de en önemlisi zararlı ve yararlı alışkanlıkların farkına varması ve kendisine yakışanı yapmasıdır.

Alışkanlık çok geniş bir kavramdır. Kazanılan alışkanlıklar olduğu gibi kazandırılan alışkanlıklar da vardır. Bireysel alışkanlıklar olduğu gibi toplumsal alışkanlıklar da vardır. İster bireysel ister toplumsal olsun zararlı alışkanlıkların bağımlı hale gelmemesi için başta eğitimciler olmak üzere tüm aydınlar seferber olmalıdır. Aksi takdirde zararlı alışkanlıklar kişiliği, karakteri daha doğrusu insanı ve insanlığı yer bitirir.

“Alışkanlık zırhını giymiş insana kelimeler işlemez. Alışkanlık, insana irade ve akıl tutulması yaşatır. Alışkanlık sayesinde insanın diğer varlıklardan en önemli iki farkı ve melekesi olan akıl ve irade bir işe yaramaz duruma gelebilir. İnsan alışkanlıkların kulu ve kölesi olur. Alışkanlıklar insanı şuurdan şuur dışına, iradeden otomatizme geçirerek insanın kendisini kendi eli ile robotlaştırır (Ravaisson, 1946, XXXIII). Alışkanlıklar insanın kendini iptali ve bilinç körelmesidir. Her bir alışkanlık insanın içine düştüğü gaflet kuyusudur. Alışkanlıklar ile gece gündüz, aydınlık-karanlık, doğru-yanlış hissedilmez olur. Herkes her şey hep aynıdır. Yeni bir günde bakışımız yeni bir şey görmez. Dün ve bugün aynıdır. Yarınlar heyecan vermez. Alışkanlık sahibinin hayatında yeni bir kişiye, olaya, tanışmaya, anlama ve anlamaya yer yoktur.1

 

Alışkanlık zırhını giymiş insanları bir tarafa bırakıyoruz. Çünkü onlara kelimeler işlemez. Ancak diğer insanlara ve özellikle kendimize yararlı öğütler vermeliyiz ki iyi, güzel ve yararlı alışkanlıklarımız gelişsin aynı zamanda kötü, çirkin ve zararlı alışkanlıklarımızdan da kurtulmuş olalım. Ahlak bunu gerektirir, din bunu gerektirir; uzatmayalım insanlık bunu gerektirir.

 

Alışkanlıkla ilgili bir sözü aklımda kaldığı kadarıyla yazdım: “Alışkanlıklar ilkin örümcek ağı gibidir; ama zamanla urgan gibi olur.” Bu sözü Google’da doğrulamak isteyince onunla ilgili aşağı yukarı aynı anlamda sözlerle karşılaştım:

Warren Buffet der ki;                                                                                                                    

 Alışkanlıkların zincirleri önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur.”

*

''Yasalar örümcek ağına benzer, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

Marcus Aurelius (121-180)

*

Bir İspanyol atasözü şöyle der;

Alışkanlıklar ilk önce örümcek ağı gibidir, sonra elektrik kablolarına döner.”

“Ne kadar doğru bir benzetme değil mi? Alışkanlıklar önce zararsız, belirsiz neredeyse görünmez bir şekilde hayatımıza dahil olur. Sanki bir hayalet gibi. Gelişlerini fark edemeyiz bile. Sonrasında ise o hayalet resmen bir canavara dönüşür. O gelişini görmediğimiz, sesini bile duyamadığımız hayaletler birer canavara dönüşünce fark ederiz ancak. Bazı alışkanlıklar öyle canavarlardır ki, bağımlılıklara dönüşür. İnsanın içini kaplar, ruhunu sarar. Bağımlılıklar, bir insanın en büyük düşmanlarından biridir. Mücadele etmesi, yenmesi zor, güçlü rakiplerdir fakat hiçbir bağımlılık ya da alışkanlığımızın üstesinden gelmek imkânsız değildir. İnsan sabırlı oldukça, zafere daha çok yaklaşır.”

Birkaç notla / açıklamayla bitirelim yazımızı:

Biliyorum, bugün hukuk devletiyle ilgili bir yazı yazmamız gerekirdi. Ya da hiç yazmamamız. Türkiye Cumhuriyetinin, TBMM’sinin ve Yargı'nın itibarının bir kere daha sarsıldığı bugün hukukla ilgili bir yazı yazabilmeliydim. Ben ta 2010’da HEEY Masasını kurmuştum. Yumurta kapıya dayandığı zaman değil. Özür dilerim “Ben demiştim /yazmıştım demek de doğru değil. Evet, hukuksuzluk, maalesef bir alışkanlık haline getiriliyor.

Davutoğlu şunları söyledi:

“Yapılmak istenen çok açık önce Anayasa Mahkemesi’ni işlevsizleştirecekler. AYM’nin 2012 yılından beri bireysel başvuru hakkı yönünde atılan adımlarını yok sayacaklar. Sonra mümkünse AYM’yi kapatacaklar ve Türkiye’yi tamamıyla uluslararası hukukun ve evrensel hukuk değerlerinin dışında, kendi içine kapalı bir hukuk sisteminin dar boğazına sokacaklar. O zaman ne olacak biliyor musunuz? Şimdi Yargıtay’ın bir ceza mahkemesi dairesi herhangi bir parti ile ilişkilendirildiği gibi, o zaman da yargı kurumları iktidarla, partilerle ilişkilendirilecek ve fiilen hukuk ortadan kaldırılacak.3

“Zihinsel duygusal saplantılar ve şartlanmalar olan alışkanlıklara karşı ciddi bir bilinç geliştirilmelidir.4”

“Söylenecekler söylenmiştir. Binaenaleyh...5” artık uygulama zamanıdır.

Sabahattin GENCAL,  01. 31. 2024

_________________________

1.                   Ömer Demir, Din Eğitiminde Alışkanlık Bilinci, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 60 (Yaz 2014),

2.                   https://www.bestepebloggers.com/en-sadik-fakat-en-kurnaz-dostlarimiz-aliskanliklarimiz/

3.                   https://medyascope.tv/2024/01/31/izleyin-davutoglu-can-atalayin-milletvekilliginin-dusurulmesine-iliskin-konustu/

4.                   Ömer Demir, Din Eğitiminde Alışkanlık Bilinci, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 60 (Yaz 2014),

5.                   Süleyman Demirel, T. C. 9. Cumhurbaşkanı

21.1.24

İnsan

 


                                         “İNSAN”

Bilgisayardayım yine. İki gündür “depo” bölümünde terliyorum. Bir klasöre giriyor bir klasörden çıkıyorum. Baş döndürücü bir hızla dosyaları açıp kapatıyorum. Envanter sayımı gibi bir şey işte.

Bir ara, oğlum Ahmet, “Şimdi ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

“Şimdi ne yapıyorsun?” sorusundan anlaşıldığı üzere önceden ne yaptığımı biliyordu. İki gün önce, üzerinde çalışmakta olduğum bir kitabımı daha bitirdiğimi söylemiştim kendisine. Onum için sorma gereğini duydu; çünkü kendisine İnşirâh Suresi- 5-8. Ayetlerini sık sık hatırlatırdım:

﴾5﴿ Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

﴾6﴿ Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

﴾7﴿ O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.

﴾8﴿ Ve yalnız rabbine yönel.

[Meal (Kur'an Yolu) -  İnşirâh Suresi - 5-8. Ayet]

Şimdi hangi kitaba başladığımı merak etmiş olacak ki sordu. Ben de, “Sonradan okurum, diye dosyaladığım yazılara göz gezdiriyorum. Ona göre bir karar vereceğim.” dedim.

Aslında daha önceleri, yegâne modelimiz sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’le (sav) ilgili bir eserle veda edeceğimi söylemiştim. Bir ara oğlum Fuat, kısa kısa nasihatler yazmamı istemişti. Onu da düşünüyordum, doğrusu. Ancak değil mi ki veda geçiyor aklımdan erteledim bu çalışmaları. İnsanoğlu işte. 81 yaşında olmama rağmen biraz daha yaşamak istiyorum. Tabii hayırlısıyla. İşte onun için başka bir şey yazmalıyım, dedim kendi kendime. İki gündür arayışım bundan. Arayışım tamamlanacak gibi. Envanterde en çok insan ve ahlakla ilgili konular çıktı. Onun için birkaç gün içinde “insan” ile ilgili tezgâhımı kurabilirim inşallah.

Evdeki Pazar çarşıya uyarsa doğum tarihim 28 Eylül 2024’te nur gibi bir İNSAN doğacaktır inşallah. Tesadüfün de böylesi... Tam da dokuz ay 10 gün ediyor. Sağlıklı ve kusursuz olsun da ne olduğu fark etmez.

Peki, bunu anlatma gereğini niçin duydum? Asıl burası önemli.

Ben, amaçsız olarak bilgisayarda dolaşmaktan sıkılırım. Sıkılmayacak gibi değil. İnternet ortamında boğulur insan. Onun için bir konu seçeceksin ve o konu üzerinde odaklanacaksın. Bu arada başka konulara da göz atabilirsin.

Daha önceleri de yazmışımdır. Klavye başında yarım saatten fazla duramıyorum; çünkü ayaklarım şişiyor. Ayaklarım şişince yatıyorum. Epeyce sonra kalkıyorum. Yatıyorum kalkıyorum...

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor:

Allah katında amellerin en makbulü az da olsa devam üzere yapılanıdır.” (Hadis için bk. Buhârî, İman 32; Müslim, Müsafirîn 215-218, Münafıkın, 78)

Ben de, bir günde birkaç yarım saat çalışarak inşallah bir İNSAN inşa etmeye çalışacağım.

Bu konuda hepinizin dualarına da muhtaç olduğumuzu peşinen bildireyim.

Allah (cc) hepimizin yar ve yardımcısı olsun.

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy – İstanbul, 21. 01. 2024 

 


19.1.24

Emeklilikte Sıradan İki Gün

 



Marmara bölgesi. Mevsim kış. Hava durumu sürekli değişmeye hazır. Bir bakarsın elif elif yağmur yağar. Ve yağmur suratını artırır bu kez bardaktan boşanırcasına. Hoca’nın dediği gibi, “Allah’ın rahmeti.” yağar da yağar. Yağmurlu geçen günlerden, bir gün sonra güneş altın ışıklarıyla gözümüz gönlümüzü fetheder. Güneşle birlikte ısınan hava öğleden sonra insanın içine işleyen, öğrencilik yıllarında coğrafya derslerinde adlarını ezberlediğimiz cins cins rüzgârlara bırakır. Emekliler için uygun olmayan bir iklim. Covit-19 yine hortladı diyor bilim insanları. Bilim insanlarını dinleyip kalabalıklardan uzak durmak gerek isteyip istenmesek de.

Emekliler için bölgemizin sıkça değişen hava olayları hoş değil. Kalabalıklardan uzaklaşmak hayatın akışının gerçeklerine ders düşüyor. Pazara gitmemek olmaz. Hafta pazarlarının insan kalabalığı uygun mu emeklilere? Evet, olayın farklı ve hayatı önem taşıyan diğer bir boyutu; dar gelirlilere, işsizlere uygun mu hafta pazarları? Uygun değil elbet! Balık fiyatları ki, emeklinin başlıca satın aldığı balıklar. Hamsi ve istavritti çoğunlukla. Fiyatları geçen yıla göre ikiye üçe katlanmış. Adlarını bile saymakta zorlandığım pahalı balıkların tezgâhlarına bakmak bile lüks. Kasapların vitrinleri yine memnu özellikle düşük maaşlı emeklilere… Meyve- sebze fiyatlarının yükseliş hızı balık ve kırmızı etten geri kalır tarafı yok.

Geçen yıllarda ayakkabı için yüz- iki yüz lira bile lükstü. Ya şimdi? Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Sözün özü enflasyon, gına geldi bu sözü duymaktan toplumun her kesimine! Bu kelimenin yaşamımıza girmesiyle başladı her şey. “Önce ekmekler bozuldu.” nitelemesi savaş yıllarının yoksullukları üzerine yaşananları betimlediğini bilir yurttaşlarımız. Şükrolsun! Görülürde 1940’ların savaş yıllarının acı koşullarını yaşamıyoruz. Peki, niçin yıl yıl alım gücümüzün düşer? Emekli ve dar gelirli yurttaşlarımızın ellerinin cüzdanlarına giderken titremesinin nedeninin düz mantıkla açıklaması yapılabilir mi?

Yaşamımıza giren beyaz camdan uzak durmak en iyisi. Artık izlemiyorum haberleri bile. Ekranlara çıkıp sesini artırmadan konuşan siyasi var mı bu güzel topraklarda!? Sanki bağırmak haklı olmanın göstergesi. Öğrencilere günde en az bir kez haberleri izlemelerini salık verirdik. Hatta ilkokulların ilk üç sınıfının ilk ders öncesi öğrenciler duydukları haberleri arkadaşlarına paylaşıp, haberlerin yorumu yapardık öğrencilerle birlikte. Aman siz siz olun genç beyinleri televizyon haberlerinden uzak tutun.

Durum ve hal böyle olsa bile “Yaşamak güzel be kardeşim.” Şairin dediği gibi, yaşamak gerçekten güzeldir. Koşullar ne denli olumsuz da olsa bu güzel topraklarda yaşamı renklendirecek güzellikler var. Günlerden Pazar. Hepşehri derneğimizin olağan toplantısı var. Taktım maskeyi derneğe gittim. Hemşerilerimin memleket ağzı konuşmaları beni çocukluk ve ilk gençlik günlerime, köyümün ak köpüklü çaylarına, yayla düzlüklerine götürür. Selamlaştık. Toplantının yapılabilmesi için katılım için gerekli doksan sayısı sağlanmadı. Arkadaşlar hızlıca okey ve seksen bir oyununa başladı. Dernek localının kitaplık ve gazete okuma bölümüne geçtik yaşam felsefesine saygı duyduğum bir öğretmen ağabeyle. Önceki hafta bana verdiği okuyup bitirdiğim Şafak Sancısı adlı eser hakkında uzun uzun konuştuk. Sohbetimize başka arkadaşlar da katıldı. Çaylar içildi.

Aynı okuldan benden üç yıl önce mezun olan öğretmen ağabeyle bir sonraki gün için İlçe Halk Kütüphanesinde buluşmak üzere dernekten ayrıldım. Kütüphaneden sürekli ödünç üç kitap alırım. Günlerden Salı. Okuduğum kitapları alarak evden çıktım. Yolumun üzerinde nalbura uğradım. İki cıvata ve somun almıştım. Alış-verişin tutarı tamı tamına yüz elli kuruştu. Cüzdanımda bozuk bir lira vardı. Parayı uzaktım nalbura. Elli kuruş eksik olunca vatandaş yüzünü ekşitti. Bütün paraları da bozmak istemedi.

Kitaplarım elimde nalbura uğradım yeniden. Elli kuruşu ödemeliydim. Karşıma genç bir bayan çıktı. Parayı alınca içtenlikle teşekkür etti. “Keşke bütün insanlarımız sizin gibi duyarlı olsa!” derken hoşça gülümsüyordu. İçtenlikle gülen bir yurttaş görmek güzeldi.

Kütüphanede buluştuk. Daha önce okuduğum ve önerdiğim bir zamanlar ilçemizde de öğretmenlik yapan Fakir Baykurt’un kendi yaşam öyküsünü anlattığı üç cilt eserini ödün almak istiyordu öğretmen ağabey.

Kitaplar dolap raflarında bizi bekliyordu. Bu arada öğretmen ağabeyimiz de kütüphaneye üye oldu. Ben de raflar arasında sıkı bir inceleme yaparak yine üç adet kitap seçtim. Kütüphaneci arkadaşla üçlü oluşturup kütüphanenin yönetim odasında kitap ağırlıklı hoşça sohbet ettik.

Dünya dönmeye, İsrail bombaları altında Filistin halkı yaşam mücadelesi vermeye çalışıyordu. Ülkemizde ise kanun dışı olaylara katılanlar güvenlik güçlerimizce bir bir yakalanıyordu. Siyasilerimiz yaklaşan seçimlerin telaşesinde… Bu haberler bir yerlerden kulağıma geliyor yine de… Ebedi dost kitapların gizemli dünyası, iki düzeyli arkadaşla buluşmak tüm olumsuzluklardan uzak kalmanın makbul çaresi olma özelliğini yaşamımım her döneminde sürdürdü, sürdürmeye de devam edecek...

“Benim için yazmak nefes almak gibidir.” Diyor Neruda. Yetesiye beceremezsem bile ben de yazmak denen engin ummanının kıyılarında dolaşıyorum…

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

16.1.24

Türkler, Suriye ve Arap Yarımadası

 



1096-1272 yılları arasında Haçlı Savaşları adıyla adlandırılan, Avrupa ülkelerinden İslâm ülkelerine karşı seri seferler düzenlenmiştir. On üç adet olan bu savaşlarda amaç Hristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve civarındaki toprakları Müslümanların elinden almak. Anadolu’ya yerleşen Türkleri Anadolu’dan çıkarmak diye ifade edinilebilir öz olarak. Avrupa’dan özellikle Hristiyan papazlarının kışkırtmasıyla sayıları yüz binlerce ifade edilen Haçlı Ordusu Anadolu’dan geçmek için yola çıktılar. Anadolu Selçuklu Devleti Türkleri, destansı mücadeleler vererek bu seferlerin akışına büyük oranda sekte vurdu.

Eğer Türkler haçlıların önünde kahramanca mücadele ermeseydi günümüzdeki Suriye, Filisin, İsrail ve de Arap Yarımadası Hristiyanların eline geçerdi. Ve Müslümanların sekiz yüz yıl süren İber Yarımadasındaki hâkimiyetlerinin akıbetine uğrardı. Günümüzde nasıl ki, İspanya ve Portekiz’de Müslüman yaşamıyorsa; Arap coğrafyasında da Müslümanlarlasın yaşaması olanaklı olmazdı. Türklerin Araplara klasik deyişle kurtarıcıları olmuştur.

Ortadoğu coğrafyasının Osmanlılarla ilgili bölümünü incelersek; Suriye topraklarının Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Memluk Kuvvetlerini Mercidabık Savaşı’nda yenmesiyle biz Türklerin Eline geçtiğini görürüz.

Arap yarımadası da yine Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Ridaniye Savaşı ile Mısır’daki Memluk Devleti’ni yenince Mısır toprakları Türklerin eline geçti. Memluk Devleti yıkılınca Mekke, Medine havalisi Osmanlı Devleti’ni tanıdı. Osmanlılar uzun yıllar kutsal toprakların Kâbe’nin koruyucusu, maddi yönden destekleyicisi oldu. Çoğunlukla Arapların yaşadığı bu topraklar beş asır Osmanlı himayesinde kaldı. Müslüman Türklerle din kardeşlerimiz Araplar barış ve huzur içinde yaşadı. 20. yy’in başlarına kadar bu birliktelik devam etti.

Osmanlı Devleti. Dünya savaşı sonunda yenildi. Günümüzün Türkiye’sinin güneyinde kalan topraklar İngiltere ve Fransa’nın işgaline uğradı. İngilizlerle işbirliği yapmayı kabul eden Mekke emiri Şerif Hüseyin’in beklentisi Arap Krallığı’nın başına geçmekti. (Kaynak: Atatürk ansiklopedisi)

Bu toprakların nasıl elimizden çıktığını görelim: 1900-1908 yılları arasında inşa edilen Hicaz Demiryolu 1322 km uzunluğundaydı. Bu yol Şam ile Mekke arasındaki ulaşımı kolaylaştırarak stratejik yönden de Türklerin bu topraklara hâkimiyetini artıracaktı. İngilizler tren yolunun işlerlik kazanmasına karşı çıktı. Bu proje ile Arapların geleneklerinin bozulacağı, yaşamlarının alt üst olacağı söyleminde bulunarak Arapları kışkırtmaya başladılar.

Osmanlılar,1. Dünya Savaşı’nda gücünü kaybedince Şerif Hüseyin’e, İtilaf Devletleri iktidarını tanıyacağını vaat ettiler 5 Haziran 1916’da isyan başlattı. İsyanı kışkırtan Edward Lawrense idi. Hicaz Demiryolu hedef alındı. 1917’de köprü havaya uçuruldu. Raydan çıkıp havaya uçan tren çöle doğru yan yatarak kendini durdurdu. O bu topraklarda yapılan muharebelerde Arap kardeşlerimiz (!) yaralı, hasta Türk Askerlerini hunharca şehit etmekte beis görmediler. Filmlere de konu olan askerlerimize Lawrence’la beraber Şerif Hüseyin’in kuvvetlerince arkadan vurulmaları biz Türklerin tarihinde kara ve acı sayfalarında yerini aldı…

Ortadoğu topraklarının zengin petrol yataklarına göz koyan İngilizler’den lojistik alan isyancı Şerif Hüseyin amacına ulaştı. Sarı İngiliz altınlarının İsyancıların gözlerini kamaştırdığını da belirtmeliyiz. Gelişen olaylar sonucu yapılan anlaşma ile Arap Devleti kuruldu.

Araplara Osmanlı hâkimiyeti yılları ve 3 asır süren Haçlı Savaşlarında göğüslerini siper eden Türkler sonunda büyük hüsrana uğradı. Hristiyan İngilizlerin kışkırtması ve yardımlarıyla batının himayesine girdiler. Bir kez daha görüldü; kutsal dinimiz, din kardeşliğimiz yaşanan olaylarda başat rol oynayamadı. Arkadan vurulduk.

Tarih bize şunu öğretti, öğretmeli. Yavuz Sultan Selim 1514 Çaldıran Savaşı’nı üstün silah gücüyle kazandı. Osmanlılar ‘da top vardı diğer silahların yanında. Safevilerin biricik silahı kılıç, mızrak ve oktu. Ve Biz güçlüydük. Çağın her yönden ileri devletiydik. 2 yıl gibi kısa süre içinde Mısır, Arap Yarımadasını fethettik.

Avrupa bilim, teknik kısaca her alanda ilerledi güçlendi. Osmanlılar, biz Türkler bir türlü tarım toplumu olma basiretsizliğini yenip batının ilerlemelerine ayak uydurup sanayi toplumu olamadık. 1683 Viyana bozgunundan itibaren yıl yıl geriledik. Yapılan savaşları kaybederek büyük toprak kayıplarına uğradık. Batının pazarı, güçsüz bir devlet olduk. Güçsüzlüğümüz sonucu 1. Dünya Savaşı’nı kaybedince Şerif Hüseyinlerde bir zaman bizim olan topraklarda hâkimiyet elde etti.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

(Kaynak: Kısmen gazeteci Fazilet Şenol’un bir makalesi)

10.1.24

Zelzele

 



Beş sınıf ve beş öğretmenli köy ilkokulunda öğrenciydim. Bugün gibi ansırım üçüncü sınıftım. Tam gün ders yapılan okulumuzda öğleden sonra dördüncü dersimiz Türkçeydi.

“Çocuktum, ufacıktım, / Top oynadım acıktım. / Buldum yerde bir erik, / kaptı bir Alageyik./ Geyik kaçtı ormana, /Bindim bir akdoğana. Doğan yolu şaşırdı, /Kaf Dağı’ndan aşırdı.” Dizeleriyle başlayan Alageyik adlı şiiri tahtada ezbere okutuyordu bir kız arkadaşımız.

Bir anda sınıf sağa sola gitmeye başladı. Şiiri okuyan kız arkadaşımız ve diğer kızlar ağlaşarak öğretmenimizin yanına koşup bacaklarına sarıldılar. Hepimiz şaşkınlık içindeydik! Sarsıntı uzun sürmedi. Tüm sınıflar okulun bahçesine çıktık. Öğretmenlerimiz yer sarsıntısı, zelzele olduğunu söylediler. Bir yıl önce Yusufeli duvar ustalarının yaptığı okulumuz duvarlarında çatlama benzeri hasar yoktu. Yarım kalan derse girmeyip bahçede oyunlara dalıp sarsıntıyı unuttuk.

Yıllar geçti. Radyolardan olacak, Varto’da deprem olduğunu duymuştum. Bu kez ortaokuldaydım. O yıllarda tek eğlencemiz siyah-beyaz Yeşilçam filmlerinin oynadığı sinemalardı. Elli kuruşu edindiğimiz gibi öğleden sonra ders yapılmayan Çarşamba günleri birçok arkadaş, ilçemizde tek olan Ses Sinemasının müdavimi olurduk. Yine böyle bir gün adını anımsayamadığım bir filmde Varto depremi işleniyordu. Bir köy ağası, desise ile elde ettiği bir tazeyle hem hal olmak isterken kerpiç evin duvarları zalim ağanın ve zavallı avının üstlerine devriliyordu. Evin duvarlarının yıkılmasının nedeni yaşanan depremdi…

Öğretmen Okulu’nda okuduğum yıllarda yaşandı Emet depremi. Artık yer sarsıntısı Arapça kökenli olan zelzele kelimesi yerini Türkçe deprem kelimesine bırakmıştı. Okulda arkadaşlarla idarenin bilgisi ışığında Emet için yardım kampanyası düzenledik. Her teneffüste mikrofonla depremzedelerin acıları anlattık. Zaten kıt olan harçlıklarımızdan hayli bir meblağ toplandı.

Bu kez de deprem haberini köy kahvesinde duydum. Yetmişli yıllardı. Özellikle Sakarya ilini etkileyen bir deprem yaşanmıştı. Sakarya’ya yerleşen, öğretmenlik yaptığım Trabzon’daki köyüne ziyarete gelen bir arkadaşımız deprem haberini duyunca etekleri tutuştu. Hemen nahiyedeki PTT’ye koştu. Sakarya’daki yakınlarından haber almak istiyordu tez elden…

Sene 1999 aylardan Ağustos Şavşat’taki köyümdeyim. Yeni ev yaptırıyoruz. Kahvaltıdayız. İletişim aracı yoktu yanımızda. İstanbul’dan kızım aradı. Hüzünlü bir sesle konuşuyordu. Bilinen Gölcük depremini haber verdi. Evimize bir çeyrek saatlik uzaklıktaki lokantaya koştuk. Yıkılan binalar, hasar gören köprüler, enkazlar arasında çaresizce dolaşan insanların durumu içler acısıydı. Fakat deprem bize çok uzaktı. Belgesel bir film izlercesine izledik yaşanan akıl almaz yıkımı.

Bir hafta sonra Derince ’ye döndük. Dönüşte Sakarya sınırına yaklaştığımızda yıkımın etkilerini somut olarak gözlemlemeye başladık. Evimize gelirken sokaklarda gördüğüm yurttaşlarımın halini betimlemeye kelimeler yetmez. Günlerde yüce dağ başlarında saatlerce süren dolu yağışının altında kalan yorgun, uykusuz çobanlar gibi şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı şaşkın şaşkın...

1999 depreminin yaraları tamamen sarılmazken bu kez Hatay, Adıyaman, Kahramanmaraş ve çevre illerde büyük yıkım ve acılara neden olan 2023 Şubat depremi yaşadık. Van, Malatya, İzmir depremlerini de gördü bu topraklarda yaşayan bizler.

Şu gerçeği yazmazsam depremle yaşamayı öğrenmiş, bu uğurda mesafeler kat etmiş ülkelere, o ülkelerin bilim insanlarına ve siyasilerine haksızlık etmiş olurum. Çok yakında yedinin üzerinde deprem yaşandı Japonya’da. En son dinlediğim haberlerde can kaybının 128 olduğuydu. Allah saklasın aynı şiddette bir deprem İstanbul ağırlıklı Marmara Bölgesi’nde yaşansa yaşanacak yıkımı ve can kaybını düşünmek bile istemiyorum.

Deprem konusunda bizleri hemen hemen her gün uyarıyor bilim insanlarımız. Uyarılarılar da gerçekleşiyor istemesek de. Ve maalesef siyasilerimizin birinci gündemi rakiplerimizi nasıl alt ederiz. Yaklaşan yerel ve ileride yapılacak seçimlerde başarılı olma telaşesi…

Çocukluk yıllarımda, dünyanın bir sarı öküzün boynuzlarında tutulduğu söylenirdi. Ve sinekler öküzü rahatsız ettiğinde öküz kafasını sağa sola sallarmış. Bu sallanma sonucu zelzele oluşur derlerdi. Söylenti buydu köylerimizde. Günümüzde artık bu söylentiye inanan kalmadı. Bilim insanlarına inanıyoruz: Depremlere neden olan doğa olaylarının yaşanması olduğu.

Depremin oluş nedenleri öğrendik öğrenmesine de, depremle yaşamayı öğrenemedik henüz. Konutlarımız depreme yetesiye dayanaklı değil. Ülkemiz maalesef deprem kuşağında. Yaşanabilecek olası depremlerden en az zararla kurtulmanın yollar var elbet. Ulusça bu güce sahibiz. Yeter ki, bu konuda kesin irade oluşsun. Deprem acılarını ve yıkımlarını ulusal seferberlik yaparak engelleyebiliriz.

Yaşanan Şubat depreminde kentsel dönüşüm, evsiz kalan yurttaşlarımız için Zorunlu Motorlu Taşıtlar vergisi iki kez alındı. İçtenlikle inanarak öneriyorum: Ülkemizde yaşanabilecek depremleri karşılamak için ulusal seferberlik yapılmalı. Sakarya Savaşı öncesi Mustafa Kemal meclisin kendisine verilen yetkiye dayanarak Tekâlif-i Milliye Emirleri yayımlayarak halkımızdan ordumuz için yardım istedi. Ve toplanan yardımların zafer kazanılmasına büyük katkısı oldu.

Aynı biçimde bir kanun çıkarılıp; yurtdışına turistik gezi, Hac ve Umre ziyareti yapan yurttaşlardan depreme dayanıksız konutlar hızla kentsel dönüşüme tabi tutmak için belirli oranlarda para tahsil edilmeli. Ayrıca hükümet bu uğurda bütçe olanaklarını zorlayarak kaynak aktarmalı…

Umuyor ve diliyorum böyle bir uygulama için gerekli açıklamalar yapılır, halkımız bilgilendirilir. Elde edinilecek kaynak belirlenen amaçlar için kullanılacağına halkımız kani olursa ulusça deprem korkusu ile yaşamaktan azat oluruz.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

6.1.24

Pınarın Başında Testin Var İmiş

 



Kemal Tahir, Köyün Kamburu romanında roman kahramanlarından Çalık Kerim şöyle der: “Samanlık köy yerinin cennet bahçesidir…” Kemal Tahir’e saygılarımı sunarak belirteyim ben ünlü yazarımız gibi samanlıkların seyran olduğu ince konulara girmeyeceğim. Sadece köy yaşantısından bizlere yadigâr kalan daha çok köyü, köy çeşmelerini içeren çeşme türkülerini anımsayalım istedim. Yarenlik edelim. Geçmişimizin altın değerindeki hazinelerini bir bir görelim gücümüzün yettiğince.

Yüzyılların ötesinden Miletli Thales, “Halkın türkülerini yaratanlar kanunları yapanlardan daha güçlüdür.” diyerek türkülerin ne kadar güçlü olduğunu vurgular. Ve bizden Anadolu’nun Yanık Tezenesi Neşet Ertaş ustamız da: “Nerede türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur. Çünkü kötü insanları türküleri yoktur.” Diyerek türkü söyleyenlerin iyi insanlar olduğunu anlatır tadına doyum olmayan sohbetlerinde…

Türküler güzellikleri anımsatır bana, bizlere. Öğretmenlerimin hepsinin gönlümde unutulmaz yerleri var. Fakat ilkokul öğretmenim bir farklıydı benim neslimde. Güldüğünde yüzünde nadide güller açardı adeta. Hepimiz çok severdik öğretmenimizi. Bizlere şarkı ve türküler öğretirdi. Şu iki türküyü ne zaman dinlesen sevgili ilkokul öğretmenimi anımsar boğazım düğümlenir, gözlerim yaşarır.

“Hey hey...

Yar yar yar yar yar yar aman./Yaz gelince öter durna,

Leylim leylim leylim aman./Çayırda buldun beni

Ellere verdin beni /Kendine aldın beni/ Sineme sardın beni.

Ve: Yeşil ördek gibi daldım göllere

Sen düşürdün beni dilden dillere/ Başım alıp gitsem gurbet ellere/ Ne sen beni unut, ne de ben seni.”

Güler yüzü ve ruhumuza sevgi aşılayan güzel sesiyle öğretmenimiz yaşamın tanımsız zevkini tattırırdı biz öğrencilerine. Okulu, arkadaşlarımı, kitapları bir başka tutkuyla sevdim. Her gün okula tutkuyla koşar ruhumda oluşan dostluk duygusu kalbimde sürekli yaşardı. Pınarlar çağlardı ve hep çağlayacak. Güzel halk türkülerine esin kaynağı olarak.

Yine bir pınar türküsü :

“Pınarın başında destin varımış

A gız senin benden başka dostun varımış/ Beni öldürmeye kastın varımış.

Söyle yârim söyle ayrılık günü/ Söyle gelin söyle muhabbet sonu”

Türküyü yakan genç yasak aşkı gelinden belli ki, ışık alamamış. Kim bilir Kerem gibi yanmış ya da Mecnun gibi çöllere mi düşmüş? Bilinmez.

Yaşamımızın vaz geçilmezidir yılların yaşanmışlıklarından süzülüp gelen pınarlar duruluğundaki türkülerimiz. Köy yaşantısında gençlerin buluşma yerleriydi çeşme başları. Sevdiceğini özleyen tazeler ellerine geçirdikleri kaplarla çeşmelerin yoluna revan olurdu. Mavi gökyüzü, çeşmelerin patika yolları tanıktır böylesi hoş yolculuklara. Suyolunda kalplerin göğüslere sığmamasına ve nabızların ritminin artmasına… Sular, çeşmelerle ölümsüzleşen türküler biter mi? Bitmez elbet:

“Yaylanın soğuk suyu deldi bağrımı deldi.

Üç günlük gelin iken bana selamı geldi.” Geleneklerin zorladığı sevenleri sevmeyenlere verme uygulamasının acı dramı. Acı bir aşk öyküsünün türküleşmiş sonucu. “Yaşadığıyla değil, kalbindekiyle ölür insan.” Derler. Büyük olasılıkla iki sevgili bu sözü doğrularcasına yaşadı. Ya da Yeşilçam filmlerine konu olacak biçimde serüvenlere kulaç açtılar.

Ya! Şu türkünün betimlediği coşkulu duygular kaç öykü ya da romanda anlatılabilir. Ak gerdanın altında çifte benler, kınalı parmaklar, beyaz eller…

Binbir Gece Masalları’ndan betimlenen dilberler gibi dilber elbette yolcuyu yolunda eylerse kim ne diye bilir bu eylenmeye?!

“ Denizin dibinde Hatcem demirden evler

Ak gerdanın altında da çiftedir benler

O kınalı parmaklar da o beyazlar

yolcuyu yolundan eyleyen dilber.”

Tüm türküler anonim değildir. Çeşme başındaki Cennet’ten yeryüzüne inip kaplarına su dolduran hurileri gören Karacaoğlan böylesi sahne karşısında duyarsız kalamaz. Gönlü ak köpüklü çaylar gibi coşar. Fakat mahzundur ünlü halk ozanımız. Aklaşan sakalı yaşını ele verir ve şu ölümsüz dizeleri söyler.

“Karac'oğlan der ki n'olup n'olayım

Akan sularınan ben de geleyim

Sakal seni makkabınan yolayım

Bir kız bana emmi dedi neyleyim.”

Günümüzde, köy pınar başlarının, pınarlara giden patika yolların tanık olduğu sevdalar; gençlerin karşılıklı bakışması tarih oldu. Bizlere de o geçen yıllardan geriye:

“Şairim, zifiri karanlıkta da gelse şiirin hası

Ayak seslerinden tanırım.

Nerde bir köy türküsü duysam

Şairliğimden utanırım.” diyerek ünlü şairimiz Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun da hakkını teslim ettiği güzellikte türküler kaldı yadigâr. Ne yapılırsa yapılsa, yıllar su gibi akıyor, “türküler susmuyor, halaylar sürüyor.” Yine de bu güzel topraklarda…

İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, Yazar)

2.1.24

İşte Ben Böyleyim

 



“Zamanım yoktu; uzun yazdım.” demişti, adını unuttuğum bir yazar. Gerçekten de doğru söylemiş. Kısa ve özlü olarak yazabilmek için kavramları, terimleri, deyimleri ve genel anlamlı sözcükleri kullanmak gerek. Ayrıca giriş, gelişme, sonuç vb. bölümlerini planlamak gerek. Yazıyı defalarca inceleyip düzeltmek gerek. Bunlar da yetmez. Zamanın ve ortamın ruhu ile yazıyı cilalamak gerek. Gerek, gerek, gerek... Bütün bunlar da zaman ister.

Peki, benim zamanım yok mu? Başka biçimde yazalım. Benim gibi çalışmayan emeklilerin zamanı yok mu? Zamandan bol hiçbir şey yok benim için. Ama / ancak / fakat yine de kısa ve özlü yazamıyoruz. Neden mi? Neden olacak, biz de artık kafa kalmamış. Yaşlılıktan demeyeyim; çünkü birçok yaşlı gençlere taş çıkartır. Unutkanlığım salt yaşlılıktan değilse başka nereden olabilir? Alzheimer hastalığından olabilir. Başta depresyonlar olmak üzere başka hastalıklardan da olabilir...

Ne demişler; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Vücudumuzun o kadar da sağlam olmadığı malum.  Alzheimer değilmişim; ama anksiyete / kaygı bozukluğu istemediğimiz kadar... Kısaca ne olup bittiğini anlayamıyorum. İşin garip tarafı da doktorlar da anlayamıyor. Kırk defa yazmışımdır. Zamanın birinde bir doktor; “Siz gençlerden daha iyisiniz.” demiştir. Ben de, göğüslerim genişleyerek, “Beni gençlerle kıyaslamayın. Eski bene göre değerlendirin.” Biraz da övünmüş gibi oldum değil mi? Gibisi fazla diyenlerle sonra konuşuruz. Şimdi konudan çıkma zamanı değil. Bir doktor da hafıza testine yollamıştı beni. Neticeye ben de şaştım. 36’da 36 her soruyu istenildiği gibi cevaplandırmışım. Ama daha önce de yazdığım gibi ertesi gün test olsam sıfırı çekerdim. Yani günüm günüme uymuyor.

Ne demek günüm günüme uymuyor; dakikam dakikama uymuyor. Örnek ister misiniz? Birkaç dakika önce iştahla başladım yazıya. Bu noktaya gelince kendi kendime ne dedim tahmin edebilir misiniz? Ya senden okuyucuya ne? Okuyucunun şeyinde misin? Bundan on yıl kadar önce olsa neyse. Bir genç bloger, “Bilgileri biz de internetten bulabiliriz. Siz kendinizden ve tecrübelerinizden söz edin” diye bir yorum yapmıştı. Şimdilerde, istisnalar hariç herkes yalnız ve yalnız kendi duygu ve düşünceleriyle haşır neşir oluyor.

Bir zamanlar anılarımı da yazıyordum. Bir de Montaigne’nin sözünü payanda olarak kullanıyordum: “Bir insanda bulunan haller bütün insanlarda da görülebilir.” Sözde boşuna okumuyorsunuz, siz de bir pay, bir hisse çıkartabilirsiniz, demek istiyorduk.  Ya, sen ne dersen de...

Efendim, efendim, ben sadece okuduklarımı değil, yazdıklarımı da unutuverdim. Ne oldu kafam? Saksı gibi derler ya öyle bir şey. Bir saksı düşünün bin bir değirmen altından toprak getirilmiş, karıştırılmış karıştırılmış. Bir de bizim boyamızla... Hedef görünmeye başladı gibi. Birileri ne demiş, “Bu güneşin altında yeni söylenmiş bir şey yok.” Bazıları iyi halt etmiş deseler de biraz doğruluk payı var. Şimdi bir şey aklıma geliyor diyelim. Ama Milattan önce 5. Yüzyılda şu adam demiş buna benzer bir sözü. Eskiden o adamın ismini buluyor yani alıntı yapabiliyordum. Şimdilerde saksıdaki topraklar boyamızla öyle karışmış ki? Aynı potada eritiverdim, dersem araya gurur girer mi? Allah (cc) gururdan, kibirden korusun. “Zerrece kibir olsa kendime böyle kızar mıydım? Kendimi böyle deşifre eder miydim?” diyecek oluyorken aklıma, “Bazı alçak gönüllüğün altında da kibir vardır.” Sözü geliyor. Allah Allah, ne etsem olmuyor. İşte onun için zaman gerekir, akıl gerekir, bilgi gerekir, kültür gerekir, gerekir gerekir... Bu tekrarlara takılmayın sakın.

İşte ben böyleyim. Ben böyleyim derken saksıda domates yetiştireceğim demek istemiyorum. Saksıdaki boyalı ve karılmış topraktan okurlara biraz biraz vereceğim, demek istiyorum. Saksıyı boşaltacağım ki ben de güncellenebileyim. Kafam öyle şiş ki, öyle sancılı ki... Rahatlamak gerekir.

Doğrusunu söyleyeyim mi? Aslında başka bir yazı yazacaktım. Yazacak olduğum bir yazıya giriş yazayım diye oturdum klavye başına. Ama geldiğimiz noktada, “Girişi böyle olan yazı mutlaka kafaları şişirir.” diyerek sohbeti sonlandırıyoruz.

Oh be...

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 03. 01. 2024

 

 

Mekânın Cennet Olsun Atam

 


Fecriye Önay Eğlenen,

1.1.24

Hatırla

Sabahattin Gencal- Nurhayat Gencal

 

(24. 01. 2016'da vefat eden 
rahmetli eşimle son yılbaşım)

    2016’nın ilk dakikaları...

           Ardına dönüp bakmadan hızla geçen zamanın 31 Aralık 2015 Perşembe gününden 01 Ocak 2016 Cuma gününe geçtiği anlar...

           Hatırla...

          52 yıldır aynı yastığa baş koyduğum, acı ve tatlı günlerimizi paylaştığım vefakâr, fedakâr sevgili eşim Nurhayat elimi tuttu, parmaklarımız, her zamanki gibi kenetlenince “Hatırla...”dedi bana.

Hatırla kelimesinden sonra konuşmasına devam etti. Eğer devam etmeyip bir solukluk olsun sussaydı bu ara anda bazı çağrışımlar yapabilirdim. Örneğin:

           Hatırla sevgilim o mesut geceyi

           Çamların altında verdiğin bûseyi... güftesini Ya da;

           Hatırla Sevgili o eski günleri

           Çocuklar gibi

           Efkâr mektubudur aşkın sözsüz okunur

           Yalan dünya dört mevsimde bir bahar olur... şiirini ya da başka bambaşka anılarımızı hatırlayabilirdim; ama hasta eşim devam etti:

         “Bir dahaki sene bu anı hatırla ve ruhuma Yasin oku, dua oku, hayırla an...” Yukarıda verdiğimiz örnekler Nihavent makamındandı. Yani Nihaventten Yasin’i Şerife geçtik.

         Allah sağlıklar ve hayırlı uzun ömürler versin; eşim cilt kanseri olduğu 1986’dan beri hep ölümden söz eder. 7 ameliyat geçirdi, birçok kez de hastaneye yattı. Bu dönemlerinde ölümden söz ederdi.                  

    Bir ara not yazayım: Eşim ölüm teması işler; ama ölümden korkmaz. Öteki dünya için hazırlanıp durur. Yeri gelmişken şunu ekleyeyim: Eşim ölümden korkmaz, ama öldükten sonra benim evlenme ihtimalinden korkar. Derler ya “Ölmekten değil, seni kaybetmekten korkarım...” Eşim, zaman zaman “Ben ölünce evlenirsen, gelir seni boğarım.” der. Onu anlıyorum, çünkü ben çok daha fazla kıskancım.

        Eşimin bu dünyada eşi görülmüş müdür bilemem. Her an ölecekmiş gibidir, ama hiçbir zaman neşesini, umudunu kaybetmez. Bir odadan bir odaya köşelere tutuna tutuna gider; ama doktorun önerdiği baston kullanmaz. Ağrılar, sızılar onu işinden de düzeninden de alıkoyamaz. Bu konuyu çokça işledim, yine tekrar edeyim O bir saat gibidir. Her işini tam zamanında, en güzel, en düzenli biçimde yapmadan rahat edemez... 

        Sevgili eşim zaman zaman “Bu anı hatırla.” demiştir bana. Ama bu kez deyişi biraz farklıydı. Onun için Allah’tan hayırlı uzun ömürler dilemekten başka bir şey diyemedim ona.

        Sözünü ettiğimiz “anı” yani yılbaşını nasıl geçirdiğimizi, Allah ömür verirse gelecek sene de, sonraki seneler de hatırlamak için bu notları yazma gereği duydum.

        Yılbaşı gecemiz diğer gecelerden biraz daha farklıydı. Farklıydı derken yanlış anlamalara meydan vermiş olmayalım. Nurhayat, televizyonlarda dinlediği vaizlerden etkilendiği için hemen hemen her gece yaptığı hazırlığı yapmadı, ilâç altı için bazı şeyler atıştırdık o kadar.

             Biz her gece yatakta televizyon izleriz. Oturma odasında da televizyon var; ama eşim bacaklarını sarkıtamadığı için zorunlu olarak yatakta oturur. Yatsıya kadar yatak örtüsü üzerinde, yatsıdan sonra yorgan altında.                                                  

        Yeri gelmişken söyleyeyim, çıkmakta zorlandığı yüksekçe yatağımız adeta büyük bir masa gibidir. Bu masada yemek yeriz, bu masada oyun oynarız. Eşim yatakta oturur, ben de yatağın kenarındaki bir sandalyede. Eşimin oyun merakını defalarca yazmıştım ya tekrar edeyim günde 2-3 defa oyun oynarız. Oyun tek eğlencemiz nerdeyse. Tabii oyunu eğlenceye çeviren eşimin oyun esnasındaki şakalarıdır. Bin türlü şakası var. Daha evlenmeden önceki oyunlarımızda beni yenince tüylerimi yolar gibi yapar ve havaya uçururdu. Şimdilerde de el kol hareketleri yaparak beni güldürmeye çalışıyor. Söylemem ne derece doğru bilemem ben çok az gülen biriyim. Eşim ise her durumda gülebilen, şaka yapabilen biridir. Yine bir ara söz daha:

        Büyük oğlumuz Fuat, başka deyişle koç gibi doğduğu için Koçum dediğimiz Fuat, eşimin sırdaşı gibi. Fuat’tan 6 yaş küçük oğlumuz Ahmet de  daha küçük doğduğu için Serçe'mizdir. Biz hep takma isimlerle birbirimize hitap ederiz: Serçe'mizin çocuğu olmadı. Koç'umuzun ikizi var. Birine Küçük Koçum deriz, diğerine de Bülbülüm. Biri 3 yaşında, biri de bir haftalıkken ölen kızlarımız vardı. Bunların sevgileri Bülbüle... Bülbül bunu anlayacak yetenektedir, eminiz ki bir gün bizlere karşı sevgisini bülbül gibi şakıyacak. Eşim benim Nuruşum, ben Onun Seboşuyum...

 

           Seboşla Nuruş 2016’ya Başiskele’deki evlerinde yalnız olarak girerler.

        Birden üçüncü ağızdan yazmaya başladım. Gerçekten, ben beceremiyorum üçüncü biri hayatımızı yazsa daha güzel olurdu. Güzel ne kelime efsane olurdu.

        Yılbaşı gecesinden başladık, bu geceyi anlatmadan neler yazdım neler... Bunları geçerek yılbaşına dönelim. Bu yazıyı yılbaşından iki gün sonra yazıyorum. Olsun, televizyonlar da yılbaşı programlarını daha sonraları özetle vermiyorlar mı?

        Bu yazıyı yazacağımı eşime söyledim. O da “Şunu da yaz bunu da yaz .”dedi. Ve de içinden ne geçirdiyse gözyaşlarını akıttı. Nasıl olduğumu anlatamam. Bereket gözyaşları anlık. Birkaç dakika sonra neşe veriyor bana.

        “Biz hayatımızı yazıyor değiliz kaldı ki çeşitli vesilelerle çokça yazdık.” diyorum. “Olsun” diyor ve ekliyor “Belki de son yazımız...” Allah uzun ömürler versin. İnsan bu duygularla yazabilir mi?

        Bir türlü yılbaşına giremiyoruz. Yine geriye dönüyoruz.

        30 Aralık 2015’te Kocaeli Tıp Fakültesi’ne gittik. Dekan Prof. Dr. Zafer Utkan Bey çok iyi karşıladı bizi. Nurhayat’ı son on sene içinde üç defa ameliyat etti, her seferinde de çok iyi karşıladı bizi. Allah ondan da tüm doktorlardan da razı olsun. Muayeneden sonra ilâç verdi, bazı tavsiyelerde bulundu ve 6 ay sonra kontrola gelmemizi istedi. Doktorla vedalaşır gibiydi eşim. Eşime teyze diyen, anam gibidir diyen doktorumuzun “6 ay sonra gelin.” sözünü eşim 6 ay ömrüm kaldı, diye yorumluyor. Bu da ayrı bir hastalık. Yılbaşına bu duygularla girdik.

 

           Yatsı namazından sonra yorganın altına girdik. Televizyonda gezindikten sonra O ses Türkiye Özel’de meşhurlardan şarkılar dinlemeye başladık. Nurhayat hepsinden çok daha güzel şarkı söyler. Onun şarkı arşivi çok zengindir. Çoğu zaman bana sitem eder “Beni körelttin.” der. Belki öyle oldu; ama neden acaba? Nedenini anlatmadan benim müzik kültürümün sıfır olduğunu söyleyeyim. Bir şarkı, bir türkü bile söyleyemem; ama müzik dinleyince hayallere dalarım. Bu müziği nerede dinledim, kimden dinledim, kimlerle dinledim, nasıl etkilendim vb. gibi birçok şey aklıma gelir. Örneğin Yeşil Kurbağalar türküsünü dinleyince, taa 1960 yılına, Ordu’nun Perşembe’sine giderim.

    Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’ndaki izci arkadaşlarımla Perşembe İlköğretmen Okulu'na kampa gelmiştik. Perşembeli öğrenciler güzel şarkılar, türküler söylüyorlardı. Bunlardan biri de Yeşil Kurbağalardı. Perşembe’yi çok sevmiştim. Allah’tan 1964 yılında Perşembe Ortaokulu’na verildim. Dere kenarındaki evimizin balkonundan kurbağa seslerini de dinledik. 

           Demem o ki şarkılar bir yerlere götürür insanı, belki bunun için Nurhayat şarkı mırıldanınca neler hissettiğini sorardım. İşte bu sorularımdan sebep şarkı mırıldanmayı bıraktı. İyi oldu, onun şarkılarda kaybolmasını bir an için bile yanımdan ayrılmasını istemem. Gerçekten zorunlu olmadıkça birbirimizin yanından ayrılmayız. El ele gönül gönüle günlerimizi geçiriyoruz.

 

           Yatsıdan sonra televizyon izlerken uyuyuverir Nurhayat. Bir saat uyur uyumaz, bir daha sabah namazından sonra uyur. Yani uykusuzluk rahatsızlığı da var. Ama o bunu sıkıntı yapmaz abdestini alır zikrini eda eder.

          Yılbaşı gecesi de uyudu Nurhayat. O uyuyunca ben de cep telefonuyla internete girerek makale okumaya başladım. Bir müddet sonra uyandı ve tekrar televizyonu açtırdı. Televizyon izlerken biraz sonra elime tuttu, parmaklarımız kenetlendi ve “Bu anı hatırla...”dedi.

         Hatırla...

   “Hatırla” belki son sözümüzdür, ayrılsak da sevgimiz ölümsüzdür.

             Sabahattin GENCAL, Başiskele-Kocaeli, Ocak 2016

            __________________

(Gencal, Sabahattin, Dünya Labiredinde Ben / Biz, s. 329, 

Cinius Yayınları, İst.2018)