15.11.23

Kilometre Tamam - Bakım İster

 

Ahmet Gencal- Sabahattin Gencal- Fuat Gencal
BABA VE OĞULLARI ÜMRANİYE'DE
14. 11. 2023
*****
Kilometre Tamam - Bakım İster

Bu yazı bir şikâyet veya bir yakınma yazısı değil. Bu yazı bir durum tespiti ve durumdan ders çıkarma yazısıdır. Bu yazı, aşağıda belirtildiği üzere biraz da sakıncalı bir yazıdır. Onun için bu yazı yalnız ergin olanlar için uygundur.

Allah’a (cc) hamt olsun iyiyim. Ancak, ufak tefek rahatsızlıklardan ötürü- Allah bağışlasın, bir zeval vermesin- oğlum Fuat ile oğlum Ahmet bu son altı aydır, aile hekimliği, devlet hastanesi ve özel hastane demeden beni doktorlardan doktorlara taşıdılar.

Doktorlardan da Allah (cc) razı olsun. Beni muayene ettiler. Tahliller yaptırdılar. EKG, Eko ve filim çektirdiler. Solunum testi yaptırdılar. Endoskopi yaptırdılar. Renkli doppler ve ultrasyon yaptırdılar, tomografi çektirdiler... Tabii bunları değerlendirdiler de. Sonra ilaçlar ilaçlar. En çok da antibiyotikler...

Toplumumuzda çok antibiyotik kullanıldığını okumuştum. Ben de uydum topluma. Ve de büyük ihtimalle antibiyotik kullanmada rekor kırmışımdır.  Bu rekor Guinness rekorlarına girer mi acaba?

Antibiyotiklerin yararlarını ve zararlarını az çok bilirsiniz. Ama ben, toplumda çok bilinmeyen bir zararı üzerinde duracağım. Evet, burası mühim:

Veterinerler, oğlum Fuat’ın affedesiniz ineklerine antibiyotik yaptıkları zaman, “Bu ineğin sütü şu kadar gün kullanılamaz.” derlerdi.  Bu demek oluyor ki – Benzetmede hata aranmaz.- Bizim sütümüz de yazımız da bir müddet kullanılamaz. Kısaca, zararlıdır vesselâm. Ancak, evet ancak –yukarıda yazdığım gibi- ergin olanlara şifalıdır.

Doğrusu, her türlü hasbihal yazısı yazmıştım; ama böylesini de yazmak nasip oldu işte. Belki sizler de böyle bir yazı ilk kez okuyorsunuz. Evet, Antibiyotikli sözler. Ya keşke başlığa da “Antibiyotikli Sözler” yazsaymışım. Şimdi aklınızdan şöyle geçiyordur: Keşke demeye ne gerek var. Başlığı sil ve istediğini yaz. Nasılsa yayınlamış değilsin. Haklısınız; ama bildiğiniz gibi değil. Beni tanımaya çalışan birkaç kişinin de tahmin edebileceği gibi ben olduğu gibi görülen, görüldüğü gibi olmaya çalışan, yanlış da olsa bundan ötürü eksiğini yanlışını da düzeltmeyen biriyim. Tabii maddi hatalar hariç. Derler ya eğrisiyle doğrusuyla, eksiği ile gediği ile... Amasıyla, ancakıyla, gibisiyle vb. Zaten böyle olmasaydım bu yazıyı yazmazdım, değil mi? Özellikle büyük oğlum, bu tür yazılarımdan haz etmiyor. Olumlu düşünelim, diyor. Her şey güzel olacak, diyor.

Ya, durum tespiti olumsuzluk değil ki. Aksine çook önemlidir. Durum tespiti yapmaksızın hiçbir araştırma, hiçbir inceleme yapamayacağınız gibi bir arpa boyu yol da alamazsınız. Durum tespiti yapacağız; ancak TÜİK gibi yapmayacağız. TÜİK’in verilerinden hareket edenler, dünyanın en iyi araştırmacısı olsalar dahi çuvallarlar. Biz, sanki kameraya alınmış gibi aynen yazacağız:

14. 11. 2023 Salı günü, saat 18.50. Bir özel hastanenin bir polikliniğine giriyoruz. Muayeneden sonra doktor yanımda bulunan küçük oğluma diyor ki: - İşte burası önemli- “KİLOMETRE TAMAM-BAKIM İSTER.”

Şaşırdım birden bire, başkaları konuşurken araya girmek adedim olmadığı halde, “Özel bakım mı?” diye soru verdim. Allah (cc) kendilerinden razı olsun aile bireylerim el üstünde tutuyorlar beni. Bakıma gelince her şey hesaplı kitaplı, zaman ayarlı... Başka türlü nasıl olabilir ki, diye aklımdan geçtiği için söze karıştım. Ama doktor da çit yok.

15 gün sonra gelmek üzere poliklinikten ayrılınca, dışarıda bekleyen büyük oğluma; “Kilometre tamam. Bakım ister.” dedim. Büyük oğlum Fuat, hazır cevap. "Yanlış anladınız. Hani arabalar belli bir kilometre yapınca bakıma girerler ya. İşte onun için demiştir.” gibi sözler etti. Küçük oğlum Ahmet de aynı şeyleri terminolojiye uygun olarak söyledi. Daha sonra gelen torunum Sabahattin de... Ya, ben onlardan daha iyi mi bileceğim, dedim ben de. Doktorun ne için söylediğini bilemeyiz tabii. Allah ondan da razı olsun. Allah doktorlara düşürmesin, onlarsız da yapmasın.

Bu araba benzetmesi de fena değildi. Biliyor musunuz? Bir tarihler “Makine İnsan” başlıklı bir yazı okumuştum. İçeriğini unuttum. Ama bedenimiz de en harika biçimde çalışan, mucizevi bir makine gibidir. O zaman artık ihtiyarladık, demeden şöyle diyeceğiz:

80 yılımı geride bıraktım. 81.yılın bakımını da yaptırmış oluyorum. Tabii tabii... yaptırmak gerekli. Çünkü bu beden bize emanet. Emanete hıyanetlik olmaz... Ne derler? Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.

Kafa dedim de aklıma yine Prof. Dr. Niyazı Kahveci’nin sözü geldi. Dinlemişseniz, siz de duymuşsunuzdur. İki de bir Kafa Katmanından söz eder ve toplumumuzun bu konuda 5 bin sene, şu konuda 10 bin sene vb. geride olduğunu ilave ederdi. Benim kafa anksiyeteli kafa. Açıkçası kaygı bozukluğu var. Ancak bu rahatsızlığımı lehime çevirmeye çalışıyorum. Nasıl mı? Bilindiği gibi anksiyeteliler, “Kapıyı kapattım mı, ocağın altını söndürdüm mü? Anahtarı aldım mı? vb. gibi sorularla vesveselerle günlerini tüketirler. Benim işle güçle, kapıyla ocakla, hatta ilaç alıp almamamla işim yok. Sağ olsun aile bireylerim. Her şey tıkırında. Ben başka konuları merak ediyorum. Örneğin Türkiye’mizdeki yargı krizi danışıklı mı danışıksız mı? Ekonomik çöküşümüz önceden ayarlanmış mı ayarlanmamış mı? Hazine arazileri yine peşkeş çekilecek mi çekilmeyecek mi? Toplumumuzdaki gizli açlık gizli mi kalacak? Yoksa?

Bilimsel çalışma “acaba?”yla başlar, merakla yoluna girer. Sabırlı, yöntemli ve az da olsa aralıksız çalışmayla devam eder ve de akla uygun çözümlerle sona erer. Anladınız, demek istediğimi. Allah bana bu son günlerde unutkanlık verdi. Çünkü yeni bir çalışma yapmak için kafadakileri unutmak gerekir. Ben ne kadar zorlasam unutamıyordum. Ama Allah sildi mi siliyor. Üstelik anksiyete de fazlasıyla var. Ee sabır da devamlı çalışma arzusu da olunca...

Üstelik 81.yaşın bakımını da yaptık. Bundan böyle böyle yazılar, bundan böyle şöyle yazılar yazabileceğiz inşallah.

Artık son cümleleri ben yazmayacağım. Sizler, yazmadığımı veya korkudan ötürü yazamadığımı okursunuz inşallah.

 

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 15. 11. 2023

 

 

14.11.23

Batıya Göç

 


Yeni Bir Umuda Çıkıyordum

Uzun sayılacak bir süre kuş uçmaz, kervan geçmez Karadeniz bölgemizin bir köyüne atandım. Çiçeği burnunda daha on sekiz yaşında bir öğretmendim.

Trabzon’da okudum Öğretmen Okulunu. Trabzon sosyal hayatı gayet canlı bir kenttir. Sinemaları, kütüphanesi, gezip görülecek mekânları bir köy çocuğu için bulunmaz olanaklar sağlıyordu. Günlük gazete, her türlü dergilere ulaşmak sorunu yoktu. Üç yıllık okul yaşamı dopdolu geçti.

Stajyerlik, askerlik derken günler geçti. Bölgenin özellikle kış aylarında sisli, puslu geçen günleri çekilmezdi. Böyle günlerde ufkum daralır, görüş mesafesi iyice kısalırdı. Bir hapis yaşamıydı böylesi zamanlar. Ülkemizin fiziki haritasına bakardım sık sık. Ulaşım sorunu olmayan, merkeze yakın köylerin hayalini kurardım. Havaların kapalı olduğu zamanlarda “gün uzar yüzyıl olurdu.” Benim için…  Haritada yeşil rengin hâkim olduğu illere atama yaptırma özlemiyle altı yılı tamamladım.

Nihayet Kocaeli ili emrine atandığım haberi aldığımda bayrama kavuşan çocukların mutluluğuna eş değer bir mutluluk yaşadım. Artvin’deki ve Trabzon’da çalıştığım köy nere, Kocaeli nere! Yurdumun daha nice illeri görme şansım olacaktı.

Dar lojmanlı, yolu olmayan köyde yetesiye görevimi yapmıştım. Ayrıca benim gibi köy öğretmenleri, Bursa, Sakarya, İstanbul gibi batı illerine gitmişlerdi bir bir. Benim de sıram gelmişti. İyi hoş. Eşyalarımızı nasıl götürecektim yeni atandığım köye.

Sakarya iline benim gibi yeni atanan köylüm bir öğretmen arkadaş da benim gibi aynı kaygı içindeydi. Eylül başları. Arkadaşla ilçeye varıp eşyalarımızı taşıtacağımız bir kamyon aramaya başladık. Büyük kamyon tutmaya bütçemiz yeterli değildi. Yolluk da alamamıştık.

“Yer demir gök bakır”, kesemize uygun hangi kamyoncuya gitsek olumlu yanıt alamadık. Şavşat’tan Sakarya’ya, Kocaeli’ne küçük kamyon sürücüleri ilgi bile göstermedi. Gün akşam oldu. Köye döndük.

Köyün yakınında köylümüz Lâçin amca satın aldığı eski bir evin tahtalarını kamyonuna yükletiyordu. Bizi görünce:

“Genç öğretmenler, nasılsınız? Ne yapıyorsunuz?” gibi sözlerle hal hatırımızı sordu. Biz de durumumuzu anlattık bir bir. Ve kamyon aradığımızı söyledik. Lâçin amca, köyümüzün sözü dinlenir, girişimci ve de güçlü kuvvetli bir değerdi. Sözü uzatmadan,

“İşte kamyon! Bu kamyon ne güne duruyor!” Bu sözler akşamın yaklaştığı bu saatte bir gün doğdu bizim için.

“İyi hoş da biz sizin büyük kamyonunuz için ödeme yapamayız.” Lâçin amca:

“ Olur mu? Ali amca dar o günümde el vermişti bana!” Babamın yaptığı bir iyilik imdadıma yetişmişti.

Sizin hiç babanız öldü mü?

 Benim bir kere öldü kör oldum

 Yıkadılar aldılar götürdüler

 Babamdan ummazdım bunu kör oldum.”

Babam yaşadıkça arkamda yaslanacağım bir yüce dağ var diye güven içinde yaşardım. O öldüğü zaman yaşamın tüm sorumluluğu omuzlarıma yüklendiği hissettim sürekli.

El verme olayını anımsadım. Birkaç yıl önce bize gelmişti Lâçin amca. O günlerde babam erkek tokluları satmış cüzdanı kabarıktı. Babamdan bir miktar ödünç para istedi. Elinde de bir senet vardı. İstediği para miktarı senette yazılmıştı. Babam parayı sayarken Lâçin amca babamın eline senedi tutuşturuyordu. Babamın yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Senedi geri verirken şöyle diyordu:

“Hiç öyle şey olur mu Lâçin, parayı adam öder, kâğıt ödemez!” bu söz üzerine isteği yerine gelen Lâçin amca güle güle bizden ayrılmıştı.

Aradan yıllar geçmesine karşı babamın yaptığı iyiliğin, ektiği tohumun ürününü hasat etmek bize nasip olmuştu. Gideceğimiz günü kararlaştırdık. Zaten birkaç yatak yorgan ve kış için annemin yaylada hazırladığı yağ peynir benzeri yiyeceklerden oluşuyordu eşyamız. Öğretmen arkadaşın da fazla eşyası yoktu.

O yıllarda hali, koltuk benzeri bir evi donatacak eşyalarımız yoktu. Zaten köylerdeki öğretmen lojmanlarına yemek masası, sandalyeleri, koltuk koymaya yeterli büyüklükte olmazdı.

Ilık bir Eylül günü sabahın erken saatlerinde kamyona yükledik yatak yorgan eşyalarımızı. Bir kat yatağı kamyonun kasasına serdik. Kamyon büyük. Yatak sermeye yetesiye yer vardı. Çocuklar içindi bu hazırlık. Henüz yirmi beş yaşımda yeni bir umuda, yola çıkıyordum. Bu kentlere gitmekte tek amacım vardı. Çocuklarımı daha iyi koşullarda okullarda okutmak… Bakalım zaman ne gösterecekti.

Devamı?

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, yazar)

İbrahim Yılmaz

 

İbrahim Yılmaz

13.11.23

Bugünün İşini Yarına Bırakma

 

Sabahattin Gencal
Çekmeköy, 13. 11. 2023

Tarih öğretmenimiz anlatıyordu:

İstiklâl Savaşı yılları. Düşman Polatlı’ya kadar dayanmış. Buna rağmen eğitim öğretim devam ediyor. Öğrenciler zil sesleriyle değil top sesleriyle sınıflara giriyorlar.

Benim öğretmenim sınıfta ne anlatıyor acaba?

Gözbebeklerimiz öğrencilerimiz nasıl bir algı oluşturuyor? Velilerimiz mevcut durumu nasıl değerlendiriyor?

Ve vatan millet aşkı, İstiklâl ruhu nasıl perçinleniyor?

*

Sene 2023.

Hiç bitmeyen Haçlı Seferleri İsrail’de tezgâhlanıyor. Gazze’de İsrail ölüm yağdırırken öğretmenler ne düşünüyor acaba? Öğrencilerin, bebeklerin velilerinin ölüm feryatlarına sağır mı oldu bütün dünya?

*

Ve

Bir emekli öğretmen düşünüyor Çekmeköy’de. Hepimiz düşünüyoruz:

Allah (cc) beni Trabzon’un Akköse’sine mi gönderdi?

Allah (cc) beni İstanbul’un Çekmeköyü’ne mi gönderdi?

Hayır, hayır. Allah (cc) bizi en güzel biçimde yaratarak ve halife potansiyeli vererek dünyaya gönderdi.

Dünyaya mı? Pardon, kâinata.

Evet, kâinatı bize bahşeden Yüce Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

Sadece kendimizi geçekleştirerek, potansiyelimizi kullanabilecek düzeyde geliştirerek görevimizi yapmış mı oluruz?

Hayır, hayır. Peygamberimiz (sav); “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Mağâzî, 35. ) buyurmaktadır.  

Sadece insanlara mı? Allah’ın tüm yaratıklarına; evet taşına toprağına; kurduna kuşuna; havasına suyuna vb. her şeyine yararlı olma görevimiz var...

İşte insan olmak böyle bir şey. Yani sırf yemek içmek için mi, gezip tozmak ve oyalanmak için mi dünyaya gönderildiğimizi mi sanıyorsunuz?

*

Peki, eğri oturup doğru konuşalım:

Kaçımız insanlığımızın idraki içindeyiz?

Biz ne olup ne olmadığımızı bilemezsek elbette ki başkaları da bilemez. Ve şimdiye dek olduğumuz gibi bizleri sürünün bir koyunu olarak görürler. İnsan hakları imiş, hak ihlali imiş, insan onuru imiş...

En garibi de ne biliyor musunuz? Bizlere sürü muamelesi yapanların ağızlarından dini söylemler hiç düşmüyor.

Vay be.

"... Ey İman edenler! RAİNA! demeyin, "UNZURNA!" deyin/ Bizi davar (koyun sürüsü) gibi güt! diye konuşmayın, Bize bak! diye konusun, dileyin ve duacı olun...

 Bakara Suresi-104" ayetini de okumuyoruz.

“(Ey İman etmiş olanlar!) Ey Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etmiş olan Müslümanlar!.. 0 Yüce Resule karşı (Raina demeyin) O Yüce Peygambere: Bizi gözet, kolla diye hitap etmeyin. (Unzurna deyin) bizi gözet, bize bak diye hitap edip. (Ve) o Yüce Resulün sözlerini tam bir hürmetle (dinleyin) onları güzelce anlamağa dikkat eyleyin. Ona hürmet etmeyen hakaret dolu lâkırdılarda bulunan, onu inkâr eyleyen (kâfirler için elim) pek acıklı (bir azap vardır.) Onlar o kötü hareketlerinin elbette pek dehşetli cezasına kavuşacaklardır.

Rivayete göre Müslümanlardan bazıları vakit vakit peygamber (s.a.v.)'in huzurunda bulunup yüce izahlarına nail olunca: Ya Rasüllullah!.. "Raina" derlerdi. Yani: Ey Allah'ın Peygamberi!.. Bizi gözet, kolla. Mübarek beyanatını güzelce anlayabilmemiz için bizi gözet, konuşurken yavaş ol diye istirhamda bulunurlardı. Hâlbuki Yahudiler "raina" tabiri ile başka bir mâna kasdeder, "Raiyna" der Bununla: "Sen bizim çobanımızsın" demiş olurlardı. Binaenaleyh peygamberin huzuruna gelince bir hürmetsizlik maksadıyla böyle bir hitapta bulunurlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, Rasüli Ekrem'e nasıl hitap edileceği ehli imana emredilmişti.

Velhasıl: Bu mübarek âyet bütün insanlığa pek mühim bir edep dersi veriyor. Konuşmalarda nezaketten ayrılmamayı, büyüklere karşı hürmete aykırı, yanlış yoruma tabi olacak lâkırdılarda bulunmamayı, bilhassa Rasûli Ekrem Sallallahü aleyhi vesselam hakkında daima edebe, hürmete aykırı tabirlerden kaçınılmayı emir ve tavsiye buyurmaktadır.” (Ö. Nasuhi Bilmen Tefsiri: 'Kur'anı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri')

Ayrıca açıklamaya gerek yok.

Biz, yöneticilerimize, Yahudiler gibi "Sen bizim çobanımızsın." diyerek hürmetsizlik ve yalakalık etmeyeceğiz. Nezaketten ayrılmadan, hürmete aykırı, yanlış yorumlanabilecek sözler söylemeden; “Bizleri mevcut yasalarımız çerçevesinde yönet. İnsan onuruna yakışır biçimde ve de halifelik potansiyelimizi geliştirerek kendimize, yurdumuza ve insanlığa katkı sağlayabilecek bireyler olabilmemiz için gerekli yöntemleri geliştir vb.” diyeceğiz. Ya da, yine yasal çerçevede gereğini yapacağız.

*

Nereden başladık nereye geldik?

Giriş bölümündeki ifadelerden şu anlaşılabilirdi:

Haçlı Seferlerini durdurmaya çalışalım. Elbette çalışalım. Ama önce önümüzdeki engelleri kaldırmak gerekmez mi? Böyle her an hengâme içindeyken bırakın insanlık görevlerimizi yerine getirmeyi kendimizi bile kurtaramayız.

Peki, böyle dolaylı biçimde görevlerimizi hatırlatmakla ne kazanırız?

Doğru, yumurta kapıya dayanınca hiçbir yazı işe yaramaz. Eylem basamağı için gerekli duygu ve düşünce basamağı oluşturulamaz. Demek ki yumurta kapıya dayanmadan önlemlerimizi alabilmeliyiz. Hepimiz öngörülü olmalıyız; ama seçtiklerimiz daha çok öngörüde bulunma yeteneklerine sahip olmalılar. Bu arada rant sağlama öngörüsünden değil milletçe çağdaşlaşabilme öngörüsünden söz ediyoruz.

Bazıları, “Ben demiştim.” derler. Böyle deyişler hoşuma gitmezse de yazmak zorundayım:

2011’lerde HEEY Masası / GENCAL Masasını kurduğumu hatırlatırım:

 Hukuk+Eğitim+Ekonomi+Yönetim=HEEY sorunu birinci derecede sorun olarak kabul edip bütün sorunları bu masaya yatırmak gerektiğini defalarca belirtmiştik.

Birinci derecede öncelikli bu sorunları EEHY, HEYE vb. biçiminde de belirtebilirdik; ama HEEY’i tercih ettik. Amacım bir Köroğlu gibi Çankaya Beyine HEEY HEEY HEEY diye haykırabilmekti. Köroğlu kim, biz kim? Haykıramadık. Sadece HEEY Blogu açtık. Sözde bu blogta hukukçu, eğitimci, Ekonomist ve yöneticilerin yazılarına yer vermek amacındaydım. Ama beceremedik. İki arkadaşım dışında HEEY! diyebilen çıkmadı.

Bazıları da artık, masa mı kaldı, diyerek hukuk, eğitim, ekonomi ve yönetim konularında çok çok gerilere düştüğümüzü ima ettiler. Ve blog kapandı. Ama sorunlar kapanmadı. Öyle anlaşılıyor ki bu konulardaki gerilemeyi yeterli görmeyenler var...

*

Ve bir emekli öğretmen düşünüyor klavye başında.

Umarım sizler de düşünürsünüz işbaşında. Çarşıda, pazarda, sokakta...

Düşünmek insana özgüdür.

Çözüm bulabilmek insana özgüdür.

Artık, seçim kazanmak uğruna akla gelmedik sıkıntılara sebep olmaya son vermeliyiz. Bir an önce içinde bulunduğumuz bunalımdan çıkmak için el birliği içinde uhdemize düşen görevleri yine bir an önce yerine getirmeliyiz.

Bir an önce güçlenmeliyiz ki “tek dişi kalmış canavarların” sömürülerinden, zulümlerinden kurtulabilmeliyiz.

Değerli okurum, “Zamanım yoktu uzun yazdım.” Sen kısa oku:

Hiçbirimiz, hiç kimsenin çantasında keklik değiliz. Bunu açıklayalım ki her zaman yaptıkları gibi kurnazlıklara, hilelere ve insanlık dışı uygulamalara başvurulmasın.

*

Emekli öğretmen klavye başında böylesi yazılar yazmak yerine, düşüncenin ilk basamağı edebiyattan söz etmeli değil miydi?

Böyle karamsar hava yaymadan saygıdan, sevgiden ve mutluluklardan söz etmeli değil miydi?

Ve de kelimeleri demlendirerek sunması gerekmez miydi?

Bu anda yapmamız gerekenleri bir sonraya bırakmamak dileğiyle...

 

Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 13. 11. 2023

 

 

 

10.11.23

Ben Onu Yüreğimle Atam Saygısıyla Sevdim...

 


Ben O'nu çocukken

Çocuk aklımla sevdim

O'nu öyle sevdim ki,

Atatürk en büyük Türk

Dediler bana

Başöğretmenim,

Gönlüme yazılısın,

Atamsın dedim de sevdim.

Kimselere demeden,

Yalnız kendimce.

Kadife sıcaklığında,

Çocukça sevgiyle

Atam saygısıyla sevdim

O'nu öyle sevdim ki,

İşledim yüreğime,

Kanefçe, dantel gibi.

Ağrılarım, sızılarım,

Hüzünlerim, Neşelerim 

Vatanım toprağım

Dedim de sevdim.

O'nu öyle sevdim ki,

Gökteki bulutlarda,

Hayalini aradım.

Maviyi kucakladım

Ben O'nu aklımla değil

Var oluş fıtratımla,

Ben onu yüreğimle 

Atam saygısıyla Sevdim...

Fecriye Önay Eğlenen

9.11.23

Atatürk’ü ve Düşüncelerini İyice Anlamalı ve Uygulamaya Çalışmalıdır

 



Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü; vefatının 85'nci yıldönümünde rahmet ve minnetle anacağız.

10 Kasım Atatürk'ü anma günü ve Atatürk haftası (10-16 Kasım) etkinliklerinde Atatürk sadece anılmayacak; Atatürk’ü anlama çalışmaları yapılacaktır. Daha doğrusu bizim isteğimiz, umudumuz budur: Atatürk’ü ve düşüncelerini iyice anlamalı ve uygulamaya çalışmalıdır.

“Atatürk’ü bugüne dek anlayamadık mı?” sorusuyla karşılaşabiliriz. Evet, bazılarımız hâlâ onu anlamış değiliz. Anlayabilseydik Anayasamızın 2. Maddesini içimize sindirirdik:

 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Peki, insan haklarına saygılı mıyız? Öyle bir garabet ki, AYM birileri için HAK İHLALİ kararı veriyor. Mahkemeler bile bunu tanımıyor. Bir devlet görevlisinin “AYM’ne saygı duymuyorum.” sözlerini hâlâ unutamazken hiç beklenmedik biçimde mahkemelerin AYM kararına uymaması ile karşılaşıyoruz.

“Yargılamanın Yenilenmesi Kararı

Bireysel başvuru incelemesinin bir mahkeme kararına ilişkin olması ve Anayasa Mahkemesi Bölümlerinin de esastan yaptığı inceleme sonucunda bir hakkın veya özgürlüğün ihlal edildiğine kanaat getirmesi durumunda, kural olarak yargılamanın yenilenmesi kararı verilir (6216 s. Kanun 50/2). Bu karar sonucunda ihlale neden olan mahkeme kararının ve bunun neden olduğu sonuçların bertaraf edilmesi için, dosya ihlal neticesini doğuran kararı veren mahkemeye tevdi edilir. Mahkeme de yeniden yargılama yaparak ihlal neticesini bertaraf eder. Böyle bir durumda yeniden yargılamayı yapacak olan mahkemenin mümkünse dosya üzerinden karar vermesi ve ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırması gerekir (6216 s. Kanun 50/2). Ancak ihlalin sonuçlarının dosya üzerinden bertaraf edilmesi mümkün değilse, o zaman mahkemenin duruşma açması da mümkündür.1

Mahkeme, ihlalin sonuçlarını dosya üzerinden bertaraf edemedi, bu anlaşılabilir. O zaman mahkemenin duruşma açması da mümkünken, dosya neden Yargıtay’a havale ediliyor? Her halde bir sebebi vardır. Ama bizim aklımız kesmiyor. Peki, Yargıtay, 1982 Anayasasının 153. maddesine neden uymaz?  Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Allah Allah, yoruma açık olmayan bu maddeye rağmen...

“Yargıtay 3'üncü Dairesi, AYM üyeleri hakkında "Anayasa hükümlerini ihlal ettikleri ve kendilerine verilen yetki sınırlarını yasal olmayacak şekilde aşarak, hak ihlalinin kabulü yönünde oy kullandıkları" değerlendirmesi yaptı.

"AYM üyeleri hakkında gereğinin takdir ve ifası için" Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.

Yargıtay 3. Dairesi kararında ayrıca AYM tarafından tehdit edildiklerini savundu.2

Şimdi, gel de ayıkla pirincin taşını.

Böyle deyimler kullanmamın nedeni bu yazımızın bir makale olmayıp sade bir yurttaşın denemesi olduğunu belirtmek içindir. Yoksa bize mi kaldı koskoca mahkemelerin yargıçları hakkında söz söylemek.  Biz olsak olsak evden eve nakliye işleri yapan biriyiz:

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı Hayati Yazıcı, X paylaşımında şu ifadeleri kullandı:

"Öyle olaylar olur ki, analiz yapmak için, konuşsan da konuşmasan da sorun olur. Hiç ve asla olmaması gereken öylesi bir olay yaşıyoruz. Yazık, çok yazık. Devleti oluşturan erkler, sorun çözümler. Asla sorun üretmez, üretemez. Birbirini çelmeleyemez.3"

Gerçekten yazsam da yazmasam da sorun olabilir. Onun için bu mayınlı alanda bir an önce çıkalım.

Biz Atatürk’ten söz ediyorduk değil mi? Peki, bu durum veya durumlar hiç yakışıyor mu Türkiye Cumhuriyeti’ne? Demek ki hukuk devleti olabilmemiz için çabalayacağız. Gerekirse 40 fırın ekmek yiyeceğiz.

Bir de, “... Sosyal Hukuk devleti...” ifadesi var. Ne derece sosyaliz? Milyonlarca kişiye devlet yardımına muhtaç durumuna düşürdükten sonra onlara makarna, çay, kömür vb. şeyler verince bir de para yardımı yapınca sosyal devlet mi oluyoruz? Merakımdan soruyorum sadece.

Daha önemlisi “... lâik ve sosyal bir hukuk Devleti...” ifadesindeki lâiklik kavramıdır.

“ Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı yeri.” Burasıdır. Yani zurnanın zırt dediği yer.

Lâikliğin dinsizlik olmadığını bir türlü kavrayamadık. Evet, kraldan çok kralcılar öyle uygulamalar yaptılar ki affedilir gibi değil. Tabii kasıtlı yapılanlar da var. Ancak bilelim ki;

Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanması demektir. Atatürk’e göre “lâiklik” yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.”

“Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.4

Aslında çokları bunu senden benden iyi biliyor; ama dini istismar etmezlerse rahat olamazlar.

Dahası var, “... demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti...” ifadesinde demokratik kavramı var. “Bu ne ola ki, bize uğradı mı bu?” desem nankörlük etmiş olurum. Evet, sözde demokrasi var. Ancak... Bu ancaklı, fakatlı, amalı ifadeler var ya illet eder insanı. Demokrasiyi kurtarmaya çalışanlara bir zamanlar “zillet ...” mi denmişti.  Neyse hiç kimseye aldırmadan demokrasimizi güçlendirmek için çabalamalıyız.

Geri geri gitmekten yoruldum. İhtimal siz de yorulmuşsunuzdur. Onun için geri kalan ifadelerin hepsini yazıyorum: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Başlangıçta belirtilen temel ilkeleri hatırladık mı? Nereden hatırlayacağız? Biz ... Neyse bu söz de içimde kalsın.

“BAŞLANGIÇ

Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;

Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve  “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;

FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.5 

Sıra geldi Atatürk milliyetçiliğine. Atatürk milliyetçiliği dediğimize göre başka milliyetçi anlayışlar da var. Var oğlu var.

“Atatürk'e göre millet, geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve siyasi birlik olan insanlar topluluğudur. Atatürk'ün tanımladığı milliyetçilik; din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını vatandaşlık ve üst kimlik değerlerine dayandıran sivil milliyetçi bir vatanperverlik anlayışıdır.6

İnsan haklarına saygılı derken bu konudaki bütün sözleşmelerin bildirimlerin İsrail’in yaktığı Gazze’nin alevlerinde yandığını söylemek gerekir mi bilemiyorum. Evet, biz konuda da dayanışma ve adalet konusunda da, huzur konusunda da kendimize yardım edelim. Unutmayalım ki kendine yardım etmeyenlere hiç kimse yardım edemez.

Yazımız azıcık karışık da olsa bize bir şeyi hatırlatıyor. Söyleyeyim mi? Atatürk’ün temel ilkelerinin sarsılmakta olduğunu hatırlatıyor. Neydi temel ilkeler? Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik (İnkılapçılık)

Sarsılmadan söz ettik; ama bazı ilkelerin kaybolmasından söz etmedik. Örneğin devletçilik ilkesine ne oldu? Özellikle özelleştirme dalgası ile devletçiliğin kökü kazınmaya çalışıldı. Neo Liberalciler (Ne demekse) buna çok sevinmesinler. Elbet bir gün, halkımızı vahşi kapitalizme ezdirmeyecek devletçilik çağımıza uygun biçimde uygulanacaktır. Tabii bu benim, senin ve onun yani hepimizin isteği. İstek başka gerçek başka. Bu devrimcilik kavramını nasıl mı düşünüyorum? Atatürk’ün ilkeleri de düşünceleri de dogma değil. Çağın gereklerine göre kendilerini yenileyebilen kavramlardır.

Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir. 1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 65, 1929)

Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir. (Atatürk’ten B.H., s. 120)

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır.7

Tabii, bu sözleri makul biçimde yorumluyoruz. Örneğin bir zamanlar rahmetli Nihat Erim. Atatürk diktatör müydü sorusuna, hayır cevabı verdikten sonra “aklın diktatörlüğü” ifadesini kullandı. Allah rahmet etsin koskoca Erim’in sözüne söz katmak istemezdim; ama insan bazen kendini mecbur hissediyor. Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri olan aklın bile diktatörlüğünün birçok sakıncaları olabilir. Akılla beraber bir de vahiy var değil mi? Sen aklın diktatörlüğü dersen? Neyse uzatmayalım. Daima ifrat ve tefritten kaçınalım.

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli sonuçları kalpleri doldurur.8”

Atatürk’ün düşüncelerinin kalplerimizi, beyinlerimizi doldurması ve verimli sonuçlar alınması dileğiyle....

Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 09. 11. 2023

______________________  

1. Turgut Baymuş, Eray Acar,

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3156588#:~:text=Anayasa%20Mahkemesi%20kararlar%C4%B1%20Resm%C3%AE%20Gazetede,%C3%B6zellikleri%20ve%20ba%C4%9Flay%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20ifade%20edilmi%C5%9Ftir.

2. https://www.bbc.com/turkce/articles/c72q6d5d9j2o

3. https://www.bbc.com/turkce/articles/c72q6d5d9j2o

4. https://aiit.aku.edu.tr/laiklik/#:~:text=L%C3%A2iklik%2C%20din%20ve%20devlet%20i%C5%9Flerinin,din%20asla%20devlet%20i%C5%9Flerine%20kar%C4%B1%C5%9Fmaz.

5. https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/anayasa/

6. https://tr.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk_milliyet%C3%A7ili%C4%9Fi

7. (Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3; İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)

8. (Atatürk’ten B.H., s. 6, 128)