28.2.24

Simit

 

Sabahattin Gencal
Kadıköy - 27. 02. 2024

         Kadıköy’de simit yemek bir başka oluyor canım. 27 Şubat 2024’te Kadıköy sahili kenarında, denizdeki martıları, karadaki güvercinleri ve havadaki kargaları seyrederken; üstelik bankta otururken simidin lezzeti bir o kadar daha artıyor. Nerdeyse İzmit simidinin lezzetini bulacak. Sanırsın ki mübareğin fiyatıyla doğru orantılı olarak lezzeti de artmakta. Çaysız da olsa bir ziyafet çektim kendime. Aslında lokantaya gidecek kadar param pulum vardı, hamd olsun. Emekli de para olmaz mı? Ama bende lokanta fobisi var. Yoksa...

Şimdi bazı okurlarım emekli kelimesinin geçtiği cümle sonundaki soru işaretinin parantez içine alınıp alınmadığına bakıyor. Yanına da ünlem işaretinin konup konmadığına. Hiç sağa sola bakılmasın dosdoğru yazıyorum. Çünkü biz eski emekliyiz. Yok birbirimizden farkımız, demesin kimse. Bakın anlatayım eski emeklileri.

1992’deki emekli ikramiyesiyle, Ümraniye merkezinde aldığım üç artı bir dairenin yarı tutarını ödemiştim. Şimdilerde emekli ikramiyesiyle...

“Lokanta fobisi” ifadesine kafası takılanlar için bir anımı anlatayım mı, anlatmayayım mı? Anılarını tekrar tekrar anlatanlara “ihtiyar” diyorlar. Gerçi bizde de ihtiyarlık belirtileri yavaş yavaş başlıyor. Peki, anlatayım:

Yaş 13, şimdi 81 yaşında olduğuma göre kaç yıl öncesini anlattığımı siz hesaplayın. Erzurum’daki Pulur İlköğretmen Okulu’nu (Pulur adı sonradan Yavuz Selim Olarak değiştirildi.) Leyli (yatılı) öğrenci olarak kazandım. Okulların açılma vakti. Dernekpazarı’ndan yalnız olarak çıktım yola. Allah (cc) hepimizi kayıra. Trabzon’un meşhur Çömlekçi semtindeki en güzel otele yerleştim. Ertesi sabah gideceğiz Erzurum’a doğru. Bu süre içinde gezelim, görebileceğimiz yerleri görelim, dedik.

Limanın kenarında büyük büyük buğday siloları. Amerika’dan gelen ve bir partinin propagandasına konu olan silolar. Meydanda meşrubatçılar, simitçiler, şunlar bunlar. Şen kahkahalar, sanırsın ki mesut insanlar. Sanırsın kelimesini yazmamalıydım. Gerçekten semt canlı bir organizma gibiydi. Yani şimdilerdeki loküs yerler gibi cansız değildi. Tabii lokantalar da var. 3. Sınıf lokantalar var. Biraz ilerliyorsun 2. Sınıf. Çömlekçiden çıkıyorsun birinci sınıf lokantalar. Kendi kendime şöyle düşündüm: Okulda birinci sınıftan üstündür 2. Sınıf, onlardan da üstündür 3. Sınıf. Demek ki en iyisi 3. Sınıf. Ya, kırk yılda bir gelmişiz güzel Trabzon’a, onun için üçüncü sınıf lokantaya girelim. Yedik içtik elhamdülillah. Ama kasada ödediğim 375 kuruş aklımdan çıkmaz oldu. Bundan sonra birinci sınıfa gideceğim, dedim kendi kendime.

Akşam oldu olacak. Derken Çaykaralı bir ben daha gördüm. Hemen arkadaş olduk. O benden daha akıllı, benden daha becerikli, benden daha tutumlu... Dedi ki üzüm ekmek alalım ve deniz kenarında yiyelim. Neyse aldık. O, üzümleri yıkadı. Salkımından ağza güzel oluyor. Hem o zamanlar Trabzon ekmeği meşhurdu, gerçi şimdi de meşhur; ama o zamanların tadı. Limanın bir kenarında masamız da, sandalyemiz de taşlar olan bir yerde gazete kâğıdı da sini. Yedik üzümlerin hepsini. Oh afiyet olsun. Böyle 70 kuruşa doymak varken. Arkadaşım daha neşeliydi. Biraz tutumlu olduğundan herhalde birinci sınıf lokantaya gitmişti. Söylemedi tabii. Ben de seneler seneler sonra söyledim, söylüyorum... Şimdilerde lokantalarda sınıf yazmıyor gerçi. Ama yıldız işareti var galiba. Sonra sonra belediyelin açtıkları... Bir lokanta fobisi işte böyle oluştu. Fena da olmadı hani şimdi lokantaya gitsem üç günde maaşım...

Kadıköy’ü anlatacak yerde gördünüz mü nereye gittim.

Kadıköy’ü 1971’den beri tanırım. Tuzla Yedek Subay Okulundaydık. Cumartesi pazarlar Kadıköy’e damlardık. Ben evli parklı, akıllı, usluydum. Gençlerimiz ise ta ileri giderlerdi. Beyoğlu, Taksim derken adım atmadıkları yer kalmazdı. Gerçi ben de karşıları çok gezdim. Ancak çok kere Pendik ve Kadıköy arasıydı durak yerlerim.  Bir gün havada bulut vardı, sonra çise derken yağmur. Ben de zorunlu olarak girdim lokantaya. Ağır ağır, aheste aheste yemek yerken bir arkadaşım görüldü kapıda; davet ettim. Masama oturmadan şöyle dedi. “Bak, ben seni satarım, darılmaca yok.” Yok, dedim oturdu. Ben alıştım buna. Beni tanıyanlar ve sevenler, ikide bir seni satarım, derler ve beni yalnız bırakıp giderlerdi. Nitekim arkadaş da çok kalmadı. Giderken de, ısrarlarıma rağmen hesabı ödedi.

Bir simit ne çağrışımlar yaptırıyor, değil mi? Bu yazdıklarım bir şey değil. Simitle çay “mihenk taşı” gibi mübarek Bir zamanlar yoksulluk sınırı, asgari ücret tutarı meydanlarda bu hesaplarla ölçülürdü. Şimdi de ölçülebiliyor mu? Yalnız şu kadarını söyleyeyim TÜİK dedikleri neyse, o simit kadar olamıyor. Ah simit hesap işlerinde de fukaradan yana.

Uzun zaman sonra, doktora gitmek dolayısıyla da olsa Kadıköy’e indin. Anlatacağın simit miydi, diyenler olur belki. Ama neylersin ki artık bu ayaklar beni gezdirmiyor. Birkaç sene önceleri böyle miydim? Gitmediğim kitabevi kalmazdı. Görmediğim sergi, incelemediğim pazar yeri... Yine de şükrediyorum.

Simit yerken hiç aklıma gelmemişti. Günah mı ettim acaba? Öyle ya, simit alabilen var, alamayan var. Onların önünde. Sonra her vapura binişlerde martılara attığımız simitler. Şimdi yanımıza kadar geldiler de atmadık. Bazen düşünemiyor insan. İnsan dedim de aklıma geldi. İnsanlara da bir nazar ettim:

Derin bir sessizlik var. Hani derler ya fırtınadan önce bir sessizlik. Allah göstermesin. Allah devletimizi milletimizi korusun; simide muhtaç etmesin.

 

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy – İstanbul, 28. 02. 2024

 


25.2.24

Altmışlarda Ortaokul Yılları

 


Altmışlarda Ortaokul Yılları

Bir vadinin müsaade ettiği; yükseltilerin eteklerinde kurulan küçücük ilçemizde orta dereceli okul olarak tek bir ortaokulumuz vardı. İlçe ve ilçeye bağlı köylerinin öğrencilerinin eğitime atılmak için açılan kutlu kapıydı ortaokulumuz. Köy çocukları, en az iki, azami altı öğrenci ilçede bir oda kiralayarak barınma sorununu çözerdik. Öğrencilerin birisinin ninesi ya da annesi öğrencilerin yemek ve temizliğini yapardı. Cumartesi öğle paydosunda genelde öğrenciler köylerine gider. Bir geceyi ailesiyle geçirip Pazar günü öğleden sonra ilçeye yürüyerek dönerdi.

Çok sıkı disiplin altındaydık. Örneğin güneş battıktan sonra öğrencilerin sokağa çıkması kesinlikle yasaktı. Okul kurallarından istemeyerek azıcık da olsa sapmak hiç hoş karşılanmaz; suç işlendiğinde ise çeşitli cezalar uygulanırdı. Şapkasız sokaklarda dolaşmak kesinlikte yasaktı. Bayrak törenlerine şapkasız katılmak olanaklı değildi. Okulda sadece A şubelerinde okuyan az sayıdaki kız arkadaşlarımızla üst üste iki söz söyleyemezdik. Kız öğrenciler ilçede görevli memurların ya da bazı köy öğretmenlerinin kızlarıydı. Bu kızların kıyafetleri çok şıktı. Çoğunluk köy çocukları lastik ayakkabı giyerdik. Yamalı elbiseler, lastik ayakkabılarla kız arkadaşlara yaklaşacak özgüven elde edinilmezdi elbet. Ayrıca köylerde yaşanan yoksulluğun kişiliğimize yapışan utangaçlığı vardı üzerimizde.

Öğretmenlerimiz saygınlıkları, bilgi düzeyleri her türlü övgünün üstündeydi. İlginçtir; okul idarecileri geceleri öğrencilerin ders çalışıp çalışmadıklarını gözlemlemek adına odalarını ziyaret ederlerdi. İlçede tek eğlencemiz öğleden sonra ders yapılmayan çarşamba günleri sinemaya gitmekti. Elli kuruş denkleştirdikçe sinemanın müdavi olurduk.

İlkokulu sınıf birincisi olarak bitirmiştim. Ortaokula kayıt yaptırırken babam, “ iftihara geçmeni beklerim” diyerek hedef belirlemişti benim için. Öğrencilik yıllarımda bir şubede sadece notları en yüksek iki öğrenci iftihara geçerdi. Babamı üzmedim. Orta bir ve ikide sene ortası ve sene sonunda olmak üzere iftihara geçtim. İftihara geçince okul müdürü, velimize yarım A 4 kâğıdına daktilo ile yazılmış öğrencinin başarısını öven bir yazı gönderirdi zarfsız. Niçin zarfsız? Okulun olanakları çok kısıtlıydı.

İlkokul yıllarından itibaren kitap kurduydum dersem abartı değil. İftihara geçmek için daha çok ders çalışmaya zaman ayırmalıydım. Ders dışı kitaplardan uzak durdum. Yine de sınıf kitaplığından yararlanıp bazı kitapları örneğin daha birinci sınıfta Ömer Seyfettin’in Bomba ve Yüksek Ökçeler adlı öykülerini okuduğumu ansıyorum. Orta ikinin sene sonuna doğru Murat Sert’ten efe romanları, Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan tarihi romanlar okudum.

Orta üçe başladığımda romanların büyülü dünyasına yüz metre koşucusu hızıyla daldım. Sınıf kitaplığında yirmiye yakın roman vardı. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü ’nü (!), Orhan Kemal’in El Kızı’nı sınıf kitaplığından okudum. Reşat Nuri Güntekin’in romanları da vardı kitaplığımızda. İnce Memed’ den aldığım tat hala ruhumda. Birçoğu Yeşilçam melodramlarına konu olan Kerime Nadir, Esat Mahmut, Oğuz Özdeş romanlarının çoğusunu bir gece de okuyup yenisine başladığım oluyordu.

İlçemizin doğu yamacı çam ve iğne yapraklı ağaçlarla kaplıdır. Sonbaharda havaların açık olduğu günlerde okul paydosundan sonra romanımı alır, ormanın derinliklerine açılırdım. Sararıp yerlere dökülmüş yapraklardan bir minder oluşturup romanın bir kahramanıyla özdeşleşip olayları bire bir yaşardım. Şubat başında başlayan birinci sömestrsiye kadar tam otuz beş roman okumuştum. Çalıkuşu da okuduğum romanlar arasındaydı.

Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi hedeflememiştim. İftihara geçenler karne verilmeden önce cumartesi öğleyin her sınıfı şube şube okul müdürü tarafından adları okunurdu. Adı okunan öğrenci sıraya geçmiş olan arkadaşlarının önünden gururla yürüyerek müdürün yanına geçerdi. Dört kez iftihara geçerek gururla yürümenin doyumuna ulaşmıştım. Bir de köyde iftihara geçenler takdir görürdü. Köyümüzde benden başka arkadaşlar da vardı aynı başarıyı gösteren.

Hedef kesin değilse varılmak istenen noktaya erişilmez elbette. Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi amaçlamamıştım. Hiç olmazsa karneme kırık not getirmemenin telaşı sardı beni yarıyıl tahlili yaklaşırken. Hala ansırım Fizik dersinden kırık not getirme durumu vardı. Öğretmenimle görüşerek bir sözlü sınav istedim. Öğretmenim not defterine baktı olumlu cevap verdi.

Bu anı öyküyü okuyanların şaşıracaklarına kaniyim kesinlikle. Doğu Karadeniz Bölgesinde garip bir uygulama var; çok az sayıda da olsa erkek çocukları küçük yaşta evlendirme… Bu uygulamanın en açık nedeni üretim için fiziksel güce dayalı ailenin çalışanlarının sayısının azalmaması. Altı çocuklu ailenin dördüncü çocuğuydum. Benden büyük ablalarım evlenip kendi yuvalarını kurmuştu. Evde kalan büyük erkek çocuk bendim. Babamın bir sürü koyunu vardı. Yaylacılık yapılan bölgemizde annem yaylada hayvanların sağımı benzeri işler için köyde kalamazdı. Köyde, çapa, biçim işleri için çalışacak insana gereksinim vardı. Altıncı çocuk kız kardeşim daha ilkokul çocuğuydu. Babam düzenin bozulmasına hiç taraftar değildi.

Tüm bu nedenlerle ortaokul üçüncü sınıfta daha birinci sömestrinin ortalarında nişanlandım ailenin isteğiyle. Daha çocuk yaşta özgürlüğüm yok edildi! Romanlara büyük ilgimin artmasına istemsizce yaşadığım bu durumun etkisinin olduğu da yadsınamaz.

Derken Şubat geldi, karneler verildi, iftihara geçemedim. Kırık notum yoktu. Ailede alacağım tepkiyi tahmin ediyordum. Köyümden yirmiye yakın arkadaş vardı karne alan. Karnelerinde kırık not olmayan yoktu. Çoğunun ikişer, üçer kırık notu vardı. Hep birlikte köye giderken onlar güle oynaya, şakalaşırken yol boyu ben ise üzgündüm.

Eve vardım. İlk soru iftiharla ilgiliydi! İftihara geçemediğimi fakat kırık notumun olmadığını söyledim. Anne-baba şöyle tepki verdi: “Köyde diyecekler ki, çocuğu nişanladılar onun için iftihara geçemedi…” Elbette ben soramazdım, madem nişanlanmak başarımı düşürüyorsa niçin düzeninizin bozulmamasını tercih edip benim geleceğimi etkilediniz!? Büyüklere karşı söz söyleme hakkı kesinlikle yoktu bölgemizde hele de ailemizde.

Romanlardan nefret ettim. Aile içinde küçük düşmeme sebep olmuşlardı. İkinci sömestri için sadece ders çalışıp iftihara geçmeyi amaç edindim. Ve hiç roman okumadım. Yılsonunda ortaokul son sınıflar için mayıs sonunda okullar tatile girer haziran ayı boyunca her dersten yazılı sınav yapılırdı. Bu sınavda geçer not almak zorunluydu okuldan mezun olmak için. Sınavlar benim için su içmek gibi geldi. Notlarım yüksekti. Fakat bu notlar iftihara geçmeme yetmedi. İyi bir derece ile ortaokulu bitirdim. Anne ve babamın yüzlerini

Orta dereceli bir okulu bitirmenin mutluluğu ve özgüveniyle arkadaşlar yaz tatiline dönerken ilk gençlik duygularının coşkusu gözlerinden okunuyordu. Özgürdüler. Aynı duyguları ben buruk yaşıyordum. Önümde sınavlarına katıldığım yatılı okulların heyecanına evlenme gibi büyük bir yola girmenin kaygısı da eklenmişti.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)


İnsan İnsanın Kenesi (8)

 


 İnsan İnsanın Kenesi

                         Kimdir Kimin Efendisi !..

                                             Kazım Memiç

 

Düzen kurmuş haramiler

        Ütülen sen horlanan sen

                 Uçkurunda var kırk düğüm

                         Üreten sen ezilen sen

Emek senin, alan onlar çalan onlar

         Üreten sen bölen onlar

                  Ağaların hepsi tuzak

                       “ Bu hep bana - bu hiç sana“

                                  

  Demokrasi senden uzak

          Sana yeter çuldan kazak

                  Düşünmeden bastın mühür

 

İnsan insanın kurdu şimdi olmuş kenesi

Yanlış mühür  basanlar onların avanesi


 İnsan insanın kenesi durmaz ısırır

Başıbozuk düşünceler yolda serili

Boş başaklarda evin ne arar

İnsanlar kirişte - ok yayda gerili


 Kazım Memiç (Eğitimci, şair ve yazar), 20 Şubat 2024



İnsan İnsanın Kenesi (7)

 


İnsan İnsanın Kenesi

                         Kimdir Kimin Efendisi !..

                                             Kazım Memiç


Adem olmuş - Havva olmuş

      Güzellikler orda solmuş

Habil Kabil’le tutuşur

       İlk düşmanlıklar oluşur

Beyin ilkel sinir gergin

İlk cinayet son cinayet

       İnsan insanın kenesi

              Ta ezelden gelir sesi

 

Nedir bunun bahanesi

       Nefis güler ahlak çöker

               Rezaletin şahanesi

 

Kör nefis közlenmiş olsa

     Ahlaki düzen kurulsa

          Yanlış yapan sorgulansa

                  Senlik benlik kalır mı hiç

Siz - biz olan yerde makas açılır

Yanlış kararlarla insan biçilir

 Demokrasi sana kaftan

        Ekmek gibi dostun senin

                Giymezsen çıplak kalırsın

                         Yanlış kullanırsan eğer

                                 Sırtında olur bir semer

 

Demokrasi aklın senin

          İpek tülle saklın senin

                 Mührüne akıl koyarsan

                          Kıl olmazsın şuna buna

 

                                Tunç mühürde şaşkın eli

                                       Kimi zaman eder deli

 

Yanlış mühür senin kavli kararın

       Bil ki insanlığın yaşı

            Nalıncı keseri olur

                Sen kalırsın hepten şaşı

Emekliye refah payı olur mu hiç

        Söz vermiştin deme sakın

                 Onlar zaten ezelden p.ç

                         Pişmanlıklar sana yakın

 

Sen kendini  sigaya  çek - sorgula

Emeklisin tut kendini yargıla

Oy verirsin , gün istersin aydınlık

        Senin oyun O’na meze oluyor

               Neden hepyek senin hakkın

                      Altı yüzü düşeş gelir onlara

                             Nasıl zar bu uyansana

                                      Kimin eli - vurgula

 

Senin mührün yoz ellerde kirlenir

         Olurlar insanın kenesi

                 Yıllardır aldanan sensin

                           Aldatanlarsa  efendin

(...)

 Kazım Memiç (Eğitimci, şair ve yazar), 20 Şubat 2024

DEVAMI 8 saat sonra...


 


24.2.24

İnsan İnsanın Kenesi (6)



 İnsan İnsanın Kenesi

                         Kimdir Kimin Efendisi !..

                                             Kazım Memiç

Tut ki

       Tut ki insanız biz

             Dünden güne yetkiniz biz

                     Düşünürsem var olurum

                           Çalışırsam yar olurum

 

Sözün özün olmalıdır

      Halka yüzün olmalıdır

            Güvenli yarınlarına

                 Yalan - yanlış devlet işi

                       Yük olur halkın başına

Zehir katmaktır aşına

 

Devletin yükü ağır

       Altına baş koyamazsan

             Gökten düşer oyar seni

Halkın hafızası  muhkem

Çalkalar da boyar seni


Aldatılanlara aldanmak var ya

      Bir değil

          İki değil

               Son değil

İnsan insanın efesi olmalıdır

Demokrasi olamaz angarya

 

Aldanmak  aymaz işidir

       Aldandım denir mi halka

            Bir değil

                  İki değil

                         Beş değil

Attığın hepyek gelir düşeş değil

Söylemlerin oluyorsa fasarya

Aldandım denir mi halka

 

Bildiğinle akil ol

     Bilmiyorsan sakin ol

            Yollar taşlı çakıllı

                    Vardır senden akıllı

 

Ah Eğitim, vah eğitim

       Nerde kaldı milliyetim

               Eğitim kaldı bir yetim

 

“Eğitim doğruları öğretmek değil,

             aklı eğitmektir “ derse  Einstein

 

Akıl sonsuz servettir kullanana

Eğitim ışıklı yoldur anlayana

 

 

Demokrasi sandığa gitmek değil

      Mühürü basmak değildir, anla

            Levent sensin - kaptan sensin

                    Yetki verensin onlara

                             Yanlışta hesap sorsana

 

Demokrasi kul olmak değil

        Aklı özgür kılmaktır

               Eşitler arasında yaşamaktır

 

Hak için Halka gönül vermektir

         Birlikte yürümektir

                Coşkuyla aydınlığa

 

Demokrasi güvenli yaşamak yaşatmaktır

       Bin bir korumayla değil

              Halkın omuzuna elini koymaktır

                      Bayram coşkusuyla yürürken

Gözlerini kapatıp halkına teslim olabilmektir

                         ATATÜRK GİBİ

 

Halktan olan halkla kalır

       Sevgi dokur -  saygı alır

             Halkın özü O’nda kalır

                    Her yürekte - can dilekte

 (...)

Kazım Memiç (Eğitimci, şair ve yazar), 20 Şubat 2024

DEVAMI 8 saat sonra...