Sabahattin Gencal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sabahattin Gencal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7.3.24

Mektup ve Kültür Üzerine Sohbet

 


        MEKTUP VE KÜLTÜR ÜZERİNE  

Ataç, “Her yazı, yazarının okuyucusuna mektubudur.” derdi. Her yazının ne derece mektup özelliği taşıdığı tartışılır elbet. Bence sohbet yazısı mektup havası taşıyabilir; eh biraz da mektup tadı verebilir.

Mektubun birçok çeşidi vardır. Burada yalnız klâsik olarak niteleyebileceğimiz, bazılarının klişeleşmiş, kalıplaşmış mektuplar diyerek önemsemediği mektup türünden söz edeceğim. Söz etmezsem olmaz; çünkü bu tür mektupları okuyan ve yazan kaç kişi kaldık.

On - on bir yaşlarındayken, köyümüzdeki halalarımıza gelen mektupları okur. Sonra da cevaplarını yazardık. Bir halanın gurbetçisinden gelen mektubu, bir yengenin asker eşinden gelen mektubu, bir ablanın yavuklusundan gelen mektubu, bu konulara vakıf olmayanlar tarafından hep aynı gibi, klişeleşmiş /kalıplaşmış gibi görünürse de öyle değil. Her mektubun kendine göre havası, hatta kendine göre kokuları vardı ki bu kokuları yalnız muhatapları hissederdi. Anlaşılacak gibi olmamakla birlikte diyebiliriz ki aynı tür kâğıtların sertlik ve yumuşaklıkları, incelik ve kalınlıkları da kendilerine göre algılanırdı yengeler ve ablalar tarafından. Kâğıt değil mübarek dersin ki kadife veya ipek. Bu mektuplar koyunlarından çıkartılarak bana okutturulurdu.

Mektuplar sevgili, kıymetli, değerli, muhterem vb. kelimelerle başlar ve gönderilene isim ya da yakınlık derecesi yazılırdı. Sevgili Ağabeyim, Kıymetli Kardeşim, Değerli Babacığım ve Annecim vb. Bazen bu sıfatlar pekiştirilirdi; baldan tatlı, çok değerli vb. gibi. Demek ki    insanın DEĞERİ VE ÖNEMİ vurgulanarak başlanırdı. Yani “insan eşref-i mahlûkat / varlıkların en şereflisi” olmak hatırlanır ve hatırlatılmış olurdu. İnsan muhataplarına değer verdiği ölçüde değerlenir. Bunun tersi de doğrudur, insanı alaya alan, ona yakışıksız sıfatlar yükleyen kişiler aslında kendi onurlarını yok ettiklerinin farkına varamazlar...

Mektuplar evvelâ selâmla başlardı. Muhataba göre değişiklik olabilirdi bu bölümlerde: Evvelâ üzerime farz olan selâmlarımı gönderir... Bu ifadelerin yani selâmlaşmanın insanı onurlu, kıymetli kabul etmenin hemen sonrasında gelmesine ne denir?

Peygamber (sav) Efendimiz: “Ben size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” buyurmuşlardır. (Müslim) “Selâmun aleyküm” veya “Es-selâmu aleyküm” diye selâm veren kimse, selâm verdiği Zat’a: “Ben Müslümanım, benden sana zarar gelmez. Barış, huzur ve esenliğin sizin üzerinizde olmasını yüce Allah’tan niyaz ederim.” demiş olur. Bu şekilde ki selâm şekli bir Müslümana yapılmış duadır. Selâm vermek sünnet, almak farz olmasına rağmen, bir farzın işlenmesine sebep olunduğu için selâm vermek almaktan daha hayırlıdır. Bir de; kişi selâm beklemeden selâm verdiğinden tevazu kazanmakta ve böylece mütevazı olmanın Allah katındaki mükâfatını kazanmaktadır.

Benim halam, benim yengem selam vermeyi de farz kabul ediyor ve devam ediyor: Evvelâ üzerime farz olan selâmlarımı gönderir o mübarek ellerinden öperim. Görüyor musunuz “mübarek / kutsal” diyor.  Muhataba, insanın manevi değerini ve daha ilk cümlesinde bereketli, verimli, kutsal emeğini hatırlatmıyor mu? Yani maneviyatla maddiyatı birleştirmeyi düşündürmüyor mu? 

Nasılsınız? İnşallah iyisiniz. İyi olmanızı Yüce Rabbimizden dilerim. Bu cümleyle ilgili görüşümüzü bildirelim. Muhatabına nasıl olduğu soruluyor. Bu boş bir soru değil. Size yardıma hazırım. Rabbimizin buyurduğu gibi üzerime düşeni sözlü veya fiili olarak yapmaya çalışırım, anlamını yükleniyor. İyilik kelimesini vurgulayarak olumlu yönden yaklaşıyor. Sanki 40 yıl psikoloji okumuşlar. Peki, bugün? Nassın? He he, Allah versin...

Benden soracak olursan, hamd olsun iyiyim.     Bakın kendini sonraya bırakıyor. İşte alçakgönüllüğü. Hamd ederek Allah’a (cc) teşekkür ediyor. Aynı zamanda muhatabına Allah senden razı olsun duasını iletmiş oluyor.

Mektubunda, o işin nasıl olması mevzuunda fikrimizi sordunuz... Estağfurullah. Tabii, sen bilirsin ama şöyle yapsan daha münasip olmaz mı? Baksanıza esteğfurullah diyerek incelik göstermeye, alçakgönüllüğü pekiştirmeye çalışılıyor. Nasıl olması gerektiğini de “Şöyle yapsan daha münasip olmaz mı?” diyerek anlatmak istiyor.  Emir / BUYRUK CÜMLESİ KULLANILMAMASINDAN günümüz insanları hiç ders almadılar galiba.

Varsa haberler veriliyor. Tabii olumluları. Sonra tekrar selamlara geçiliyor. Gelen mektuplardaki selâmlar ilginç: Ev halkına büyükten küçüğe ayrı ayrı selam edilip hal hatırları sorulduktan sonra en dışındakilere sıra gelir. Komşumuz Ahmet Dede nasıldır mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim. Akrabamız Fatma Beykanaya mahsusen selâm ederim. Hayırlı dualarını beklerim. (A – Z)’e selâm ederim. Hayırlı dualarını beklerim.

Bakınız yazımızın bu kısmında ilk kez bir itirafta bulunacağım. Ve bu anda anlatamayacağım duygulara kapılmış olarak kendimi kınayacağım: Öğretmenlik yıllarımda ortaokullar için Bakanlığımızın da kabul ettiği ek okuma kitapları vardı. O kitapta bu tür mektupları bulup öğrencilerime okuturdum. İşte o sırada ancak şimdilerde fak ettiğim bir hata yaptım. Allah (cc) beni affetsin. Selamları ortak paranteze aldırdım: Ahmet Dedede’ye, Fatma Beykanaya, Ebe Nineye, Değirmenci Dayıya, Yusuf Efendiye, Recep Efendiye vb. mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim.  Mantıken doğru. Öyle ya... İş öyle değilmiş meğer. Mektup gelince sadece muhatap değil diğer komşular da merak eder. Nasılmış yeğenimiz? Ne edermiş? diyen komşular da dinlerdi mektup okuyanı. Kendilerine mahsusen / özellikle selâm gönderilmesi ayrıca onurlandırırdı onları. Bu kadar basit bir şeyi akıl edemeyip ortak paranteze alıp her birini sıradanlaştırmışım. Doğrusu hiç beklemezdim bunu kendimden. Bu durumu whatsapp icat edilince anladım. En yakınım whatsapp’ta topuna bir mesaj atıyor. Böylelerine ben cevap vermiyorum. Sonra sitem de ediyor. Be mübarek sen benim yaşımda değilsin; ancak yetiştiğimiz kültürün içinden geliyorsun; bari sen böyle yapma...

Mektup sonunda yazılan tekerlemeler, maniler de ayrı konu edilecek türden:

E mektubum gitta gel/ İyi haberler al da gel! Kestane kebap/ acele cevap. Evde bebek ya da çocuk varsa onun parmakları çizgisi.  Peki, atasözlerimizden, manilerimizden, bilmece ve bulmacalarımızdan; ninnilerimizden, ağıtlarımızdan, destanlarımızdan vb. ne kaldı?

Sabahattin Hocam bu yazdıkların hiçbir mektup yazanın hatırına bile gelmediğine eminiz. Sabahattin hocam, kusura bakma ama uyduruyorsun vb. diyenler olur mu bilemem. Ama ne olur ne olmaz deyip bir cevap vereyim: Doğrusu tahmin ettiğiniz gibi benim yorumlarımın hiçbiri onların aklına gelmedi. Çünkü onlar bunu köklerimizden beri yaşamışlardır. Onlar için kültürdür bu. İşte kültür biraz da bu. KÜLTÜR YAŞAMDIR.

Bakınız bir mektupta bile şimdiki birçok kalın malın kitaplardakilerden daha çok kültür öğesi var. Peki, ne oldu bize. Nereden nereye diye yazmak istemiyorum. Ben şöyle yazayım:

“ Ne oldu bana bilemem, kendimi unuttum

“Ben eski hâlimle daha mesuttum”

Kaynak: LyricFind, Besteciler: Orhan Gencebay

Anlıyorum. Hocamız yine kafa karıştırıyor. Biz bu tür mektuplardan bir şey anlayamadık. Bir mektuptan, bir kafadan, bir burdan bir şurdan vb. diyorsunuz. Gerçekten öyle mi diyorsunuz? Unutmayın ben mektup yazmıyorum. Mektup türü üzerine bir sohbet yazıyorum. Hem öyle böyle değil ha. Açık uçlu bir sohbet.

Değerli okuyucum, sevgili arkadaşım bu sohbetteki açık uçların hangi birine dokunursanız sizi alır götürür. Hem de sizi, bir makale yazmadan bırakmaz. Örneğin bir insanda maddi ve manevi yönlerin olması üzerine söylediklerimle ilgili neler söylenmiş neler. Bilgi ve gönül kanatlarından söz etmedik mi? Sorunumuz burada. Nedense bizi yönetenler ya maneviyata önem vermedi. Ya da önem verir gibi yaptı sadece.

Ne diyordu Fikret?

Bir devr-i şe’âmet: Yine çiğnendi yeminler;

çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi.

Kânun diye, topraklara sürtüldü cebinler;

kânun diye, kânun diye, kânun tepelendi...

Bîhûde figanlar yine, bihûde enînler!

Tevfik Fikret ( 1867 - 1915 )

Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri, S. 38-40

 

Peki, ya şimdi? Yeminler çiğnenmedi mi? Çağdaşlama umutlarımız / ümmîd-i bülendiz ? Cebinler? Evet, alnımız yere eğik değil miyiz, korkak ve cesaretsiz değil miyiz? Evet, Anayasal haklarımız hakkında gıkımızı çıkartabiliyor muyuz? Tabii ki hukuk da tepelenir, eğitim de, her şey de...

Yanlış anlaşılmasın Tevfik Fikret’ten alıntı yaptım yapmasına ama ben onun kadar karamsar değilim. İnlemenin, ağlamanın, figanların, yakınmaların boşuna olduğunu söyleyecek değilim. Bu yüce milletin ümid-i bülendinin öyle kolay kolay yıkılacağını da sanmıyorum. Yeter ki azıcık bilinçli olalım. Kutsallarımızı istismar edenlere, onurumuzla alay edenlere, bizi sömürme çabası içinde olanlara, bizi içten yıkmak isteyenlere vb. hiç olmazsa yüz vermeyelim.

Hocam ne yapıyorsun? Bütün açık uçları siz mi dolduracaksınız. Hayır, olur mu öyle. Diğer açık uçları siz doldurun tabii. Örneğin benim mektup yazdığım veya benim yaştakilerin mektup yazdığı köylerdeki kültür durumu nasıl? Oğlum Fuat’a sordum. “O anlattıklarınızdan eser yok şimd.” dedi. Üzüldüm tabii bilmem siz ne dersiniz? Kültür olmazsa?

Atatürk diyor ki: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin okullarında birçok vesilelerle eser halinde tesbit edilmiştir. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. 1936 (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., S. 261-62)

Yine kısa yazamadım. Kendimi henüz toparlayamadım; aklıma geldiği gibi yazıyorum işte. Ne demiş biri “Uzun sözü kısa dinleyin.” Ben deniz de “Uzun yazıyı -araya başka bir şey sokmadan- taksit taksit okuyunuz.” diyorum.

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy – İstanbul, 07. 03. 2024

 

28.2.24

Simit

 

Sabahattin Gencal
Kadıköy - 27. 02. 2024

         Kadıköy’de simit yemek bir başka oluyor canım. 27 Şubat 2024’te Kadıköy sahili kenarında, denizdeki martıları, karadaki güvercinleri ve havadaki kargaları seyrederken; üstelik bankta otururken simidin lezzeti bir o kadar daha artıyor. Nerdeyse İzmit simidinin lezzetini bulacak. Sanırsın ki mübareğin fiyatıyla doğru orantılı olarak lezzeti de artmakta. Çaysız da olsa bir ziyafet çektim kendime. Aslında lokantaya gidecek kadar param pulum vardı, hamd olsun. Emekli de para olmaz mı? Ama bende lokanta fobisi var. Yoksa...

Şimdi bazı okurlarım emekli kelimesinin geçtiği cümle sonundaki soru işaretinin parantez içine alınıp alınmadığına bakıyor. Yanına da ünlem işaretinin konup konmadığına. Hiç sağa sola bakılmasın dosdoğru yazıyorum. Çünkü biz eski emekliyiz. Yok birbirimizden farkımız, demesin kimse. Bakın anlatayım eski emeklileri.

1992’deki emekli ikramiyesiyle, Ümraniye merkezinde aldığım üç artı bir dairenin yarı tutarını ödemiştim. Şimdilerde emekli ikramiyesiyle...

“Lokanta fobisi” ifadesine kafası takılanlar için bir anımı anlatayım mı, anlatmayayım mı? Anılarını tekrar tekrar anlatanlara “ihtiyar” diyorlar. Gerçi bizde de ihtiyarlık belirtileri yavaş yavaş başlıyor. Peki, anlatayım:

Yaş 13, şimdi 81 yaşında olduğuma göre kaç yıl öncesini anlattığımı siz hesaplayın. Erzurum’daki Pulur İlköğretmen Okulu’nu (Pulur adı sonradan Yavuz Selim Olarak değiştirildi.) Leyli (yatılı) öğrenci olarak kazandım. Okulların açılma vakti. Dernekpazarı’ndan yalnız olarak çıktım yola. Allah (cc) hepimizi kayıra. Trabzon’un meşhur Çömlekçi semtindeki en güzel otele yerleştim. Ertesi sabah gideceğiz Erzurum’a doğru. Bu süre içinde gezelim, görebileceğimiz yerleri görelim, dedik.

Limanın kenarında büyük büyük buğday siloları. Amerika’dan gelen ve bir partinin propagandasına konu olan silolar. Meydanda meşrubatçılar, simitçiler, şunlar bunlar. Şen kahkahalar, sanırsın ki mesut insanlar. Sanırsın kelimesini yazmamalıydım. Gerçekten semt canlı bir organizma gibiydi. Yani şimdilerdeki loküs yerler gibi cansız değildi. Tabii lokantalar da var. 3. Sınıf lokantalar var. Biraz ilerliyorsun 2. Sınıf. Çömlekçiden çıkıyorsun birinci sınıf lokantalar. Kendi kendime şöyle düşündüm: Okulda birinci sınıftan üstündür 2. Sınıf, onlardan da üstündür 3. Sınıf. Demek ki en iyisi 3. Sınıf. Ya, kırk yılda bir gelmişiz güzel Trabzon’a, onun için üçüncü sınıf lokantaya girelim. Yedik içtik elhamdülillah. Ama kasada ödediğim 375 kuruş aklımdan çıkmaz oldu. Bundan sonra birinci sınıfa gideceğim, dedim kendi kendime.

Akşam oldu olacak. Derken Çaykaralı bir ben daha gördüm. Hemen arkadaş olduk. O benden daha akıllı, benden daha becerikli, benden daha tutumlu... Dedi ki üzüm ekmek alalım ve deniz kenarında yiyelim. Neyse aldık. O, üzümleri yıkadı. Salkımından ağza güzel oluyor. Hem o zamanlar Trabzon ekmeği meşhurdu, gerçi şimdi de meşhur; ama o zamanların tadı. Limanın bir kenarında masamız da, sandalyemiz de taşlar olan bir yerde gazete kâğıdı da sini. Yedik üzümlerin hepsini. Oh afiyet olsun. Böyle 70 kuruşa doymak varken. Arkadaşım daha neşeliydi. Biraz tutumlu olduğundan herhalde birinci sınıf lokantaya gitmişti. Söylemedi tabii. Ben de seneler seneler sonra söyledim, söylüyorum... Şimdilerde lokantalarda sınıf yazmıyor gerçi. Ama yıldız işareti var galiba. Sonra sonra belediyelin açtıkları... Bir lokanta fobisi işte böyle oluştu. Fena da olmadı hani şimdi lokantaya gitsem üç günde maaşım...

Kadıköy’ü anlatacak yerde gördünüz mü nereye gittim.

Kadıköy’ü 1971’den beri tanırım. Tuzla Yedek Subay Okulundaydık. Cumartesi pazarlar Kadıköy’e damlardık. Ben evli parklı, akıllı, usluydum. Gençlerimiz ise ta ileri giderlerdi. Beyoğlu, Taksim derken adım atmadıkları yer kalmazdı. Gerçi ben de karşıları çok gezdim. Ancak çok kere Pendik ve Kadıköy arasıydı durak yerlerim.  Bir gün havada bulut vardı, sonra çise derken yağmur. Ben de zorunlu olarak girdim lokantaya. Ağır ağır, aheste aheste yemek yerken bir arkadaşım görüldü kapıda; davet ettim. Masama oturmadan şöyle dedi. “Bak, ben seni satarım, darılmaca yok.” Yok, dedim oturdu. Ben alıştım buna. Beni tanıyanlar ve sevenler, ikide bir seni satarım, derler ve beni yalnız bırakıp giderlerdi. Nitekim arkadaş da çok kalmadı. Giderken de, ısrarlarıma rağmen hesabı ödedi.

Bir simit ne çağrışımlar yaptırıyor, değil mi? Bu yazdıklarım bir şey değil. Simitle çay “mihenk taşı” gibi mübarek Bir zamanlar yoksulluk sınırı, asgari ücret tutarı meydanlarda bu hesaplarla ölçülürdü. Şimdi de ölçülebiliyor mu? Yalnız şu kadarını söyleyeyim TÜİK dedikleri neyse, o simit kadar olamıyor. Ah simit hesap işlerinde de fukaradan yana.

Uzun zaman sonra, doktora gitmek dolayısıyla da olsa Kadıköy’e indin. Anlatacağın simit miydi, diyenler olur belki. Ama neylersin ki artık bu ayaklar beni gezdirmiyor. Birkaç sene önceleri böyle miydim? Gitmediğim kitabevi kalmazdı. Görmediğim sergi, incelemediğim pazar yeri... Yine de şükrediyorum.

Simit yerken hiç aklıma gelmemişti. Günah mı ettim acaba? Öyle ya, simit alabilen var, alamayan var. Onların önünde. Sonra her vapura binişlerde martılara attığımız simitler. Şimdi yanımıza kadar geldiler de atmadık. Bazen düşünemiyor insan. İnsan dedim de aklıma geldi. İnsanlara da bir nazar ettim:

Derin bir sessizlik var. Hani derler ya fırtınadan önce bir sessizlik. Allah göstermesin. Allah devletimizi milletimizi korusun; simide muhtaç etmesin.

 

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy – İstanbul, 28. 02. 2024

 


21.2.24

Söz Sihirlidir

 



SÖZ SİHİRLİDİR

(Sabahattin Gencal)

Birkaç yıl önce, dede olmuş bir öğrencim; benim bir yazıma yazdığı bir yorumda, "her zaman ders? Her zaman ciddiyet? Olmaz ki...” mealinde bir yorum yazmıştı. Ona hak vermemek mümkün mü? İnsan zaman zaman değişikliklere açık olmalı. Farklı olmalı.

Oyunda, eğlencede, çalışmada, yazmada vb. tekdüzelik yorar adamı.

Ben, zaten yorgunum. Daha fazla yorulmayayım diye internet âleminde filozoflar caddesinde kısa süreli bir gezinti yaptım. Bu arada Yedi Bilgelerden birer söz doldurdum ceplerime.

Bu sözleri paylaşırken, kendi kendime bir söz de benden olsun, dedim. Seçtiğim sözlerin yorgunluğumu hafiflettiğini hissedince SÖZ SİHİRLİDİR dedim. İyi demiş miyim?

Okuyucularımızın her biri de BİR SÖZ DE BENDEN derse işte o zaman gerçekten söz sihirliymiş deriz.

Demek kolay; ama?

Amasız, fakatsız, ancaksız lakinsiz sözler duymak dileğiyle...

Sabahattin GENCAL, Çekmeköy – İstanbul, 21. 02. 2024  


YEDİ BİLGEDEN SÖZLER

 

HİÇBİR ZAMAN ÖLÇÜYÜ KAÇIRMAMALISIN.

(Euagoras'ın oglu Lindoslu Kleobulos)

*

GÖRÜNMEYENİ GÖRÜNENDEN ÇIKAR.

(Exakesdides'in oglu Atinalı Solon)

*

KENDİNİ BİL.

(Damagetos'un oglu Spartalı Khilon)

*

HERKESE GÜVENME.

(Hekamyes'in oglu Miletoslu Thales)

*

UYGUN ZAMANI KOLLA.

(Hyrrhas'ın oglu Lesboslu Pittakos)

*

İŞE YAVAŞ GİRİŞ, BAŞLADIGINA DA SIKI SARIL.

(Teutamides'in oglu Prieneli Bias)

*

İSTEKLER GEÇİCİDİR, ERDEMLERSE KALICI.

(Kypselos'un oglu Korinthoslu Periandros)

*

Kaynak: https://dusundurensozler.blogspot.com/2008/05/yedi-bilgeden-szler.html

*


13.2.24

İnsanın Onur Savaşı

 


 İNSANIN ONUR SAVAŞI

-I-

Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde toplumlar, akılalmaz, aklasığmaz ve karmaşık sorunlarla boğuşmaktadır. Bu sorunların anlaşılması, analiz edilmesi, nedenlerinin irdelenmesi ve çözüm önerilerinin geliştirilmesi çok güç olsa bile toplumlar da insanlar da umudunu kaybetmemelidir.

*

İnsanların morallerinin bozuk olduğu hissediliyor. İnsanların tavır, davranış ve hareketlerinin istenildiği gibi olmadığı görülüyor. İnsanların maddi ve manevi yokluk çektikleri de anlaşılıyor.

Kısaca toplumsal sorunların ortasındaki bireylerin beden ve ruh sağlıklarının bozulduğu da tespit edilmektedir.

Bunlardan daha kötüsü insanın aklı başında değildir. Çok daha da vahim olan insan kendinin de farkında değildir.

Kendine de toplumuna da, insanlığa da güvenini kaybetmiş ve büsbütün umutsuzluğa düşmek üzere olan insan kardeşlerimize, her ortamda, her fırsatta, her konuda, her biçimde ve her zaman yardım elini uzatmak yine insanın görevidir. Kısaca birbirlerine yardımcı olmak insanların ilk görevlerindendir.

*

Birbirimize yardımcı olabilmemizin en kestirme, en verimli ve en etkili yolu birleşmektir; yani BİZ olabilmektir.

Biz olabilmemiz, yardımcı olabilmemiz veya yardım alabilmemiz; sorunlarımızı kalıcı olarak çözebilmemiz uygun yöntemlerle ve zaman içinde mümkündür.

*

Günümüzde gerek toplumların gerekse bireylerin sorunları öyle bir hal aldı ki beklemeye, uzun zaman harcamaya kimselerin tahammülü kalmadı. Bu durumda, mucize beklemeyeceğimize göre şok tedaviler uygulanmalıdır.

Tarihte, özellikle savaş meydanlarında mucizevi güçlenmeler görülmüştür. Göktürk Kitabelerindeki “Ey Türk! Titre ve kendine dön.1” slogan cümlesi sık sık kullanılmıştır. Biz, durumu genelleştirerek başka bir ifade kullanacağız.

-II-

Ey İnsan Kardeşim!

Düşün ve kendine dön. Kendin ol ve kendine güvenerek sabırla ve devamlı olarak çalış.

Düşün ki, sen Allah’ın (cc) lütfuna mazhar olmuşsun. Allah insanı en güzel biçimde yaratmıştır.2 Üstelik Allah insana, en büyük nimet olarak akıl lütfetmiştir. En önemlisi de cüz-i irade bahşetmiştir3. Aklın cüz-i iradeyi etkili ve verimli ve de istenildiği gibi kullanabilmesi için Allah insana kâinatın modeli4 harika bir sistem olan vücut vermiştir. Ayrıca bütün kâinatı, bozmamak koşuluyla yararına kullanabilme olanağı vb. sağlamıştır. İnsan Allah’ın, bazıları yukarıda belirtilen sayısız nimetlerine karşı şükürden aciz olmamalı.

Düşün ki tertemiz bir fıtratla, “salim bir fıtratla5” dünyaya kulluk yapmak ve imtihan için gönderildin. İnsanı kâmil olabilecek kadar potansiyel de verilmiştir. Bu arada şeytanların tuzağına düşen insan, yukarıda belirtilenin tam zıttı hayvanlardan daha aşağı dereceye düşebilmektedir. Bu imtihan dünyasında insan olmayı seçmeli ve insan-ı kâmil olmak için çabalamalıyız.

*

Ey İnsan Kardeşim!

Tarih, özellikle kurtuluş savaşlarını konu alan tarih göstermiştir ki bazı duygu ve düşüncelerle yüklü olmak bireylere olağanüstü güç verir6. Psikoloji de bunu doğrulamıştır. Yukarıda kısmen değinilen duygu ve düşünceleri özümlersek bizler de güçleniriz. Bir benzetme ile açıklamaya çalışalım:

Yukarıda değinilen duygu ve düşünce sarmaşıklarından oluşturulmuş bir tramplen hayal edin. Genellikle suya zıplayarak atlamada kullanılan bu aracı havuzun dibinde düşünün. Bir nevi sirklerde kullanılan trambolin gibi bir şey.

Günümüzde havuzda kendilerini havasız hissedenler, boğulmakta olduklarını sananlar ve dibe vuranlar korkmayın. Dipte tramboline benzettiğimiz güçlü duygu düşüncelere vurgu yapın yani kuvvetli basıp yukarı doğru zıplayın. Allah’ın izniyle havaya kavuşacak, güneşi göreceksiniz. Kısa deyişle insanın, insanlığın onur mücadelesini kazanacaksınız.

-III-

Tekrar, ayağımız kayıp cehalet havuzuna düşmememiz ve narkozlanmamamız için, yukarıda kısmen değinilenleri bazı eklerle değişik biçimde ve basitçe tekrar edelim. Bu arada bilelim ki önerilerimiz bunlarla sınırlı değildir. Ortama, toplumlara ve zamana göre daha birçok öneri geliştirilebilir. İşte bazıları:

1. Beyinlerdeki algı kalıpları, zihniyet kalıpları vb. zararlı sabitlenmiş hezeyanlar coşku ve düşünce gücüyle eritilip atılmalıdır. Hiçbir narkoz izi kalmamalıdır.

2. İnsan, birçok öğretmenden / hocadan ders alabilir; birçok uzmana danışabilir; bin bir kaynaktan yararlanabilir; ama sonuçta kendi potasında sentezlediği / oluşturduğu kendi aklını kullanmalıdır7. İnsan sorumluluklarının bilincinde olmalıdır. Şunun bunun aklını kullanmak bireyi sorumluluktan kurtaramaz.

3. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran en önemli unsurlardan biri olan cüzi iradenin kullanılması konusunda çok dikkatli olmalıdır. Başka deyişle cüzi iradenin kullanımında hiçbir kimsenin / kuruluşun ve yazılı ve görsel medyanın vb. etkisi altında kalmamalıdır.

4. Kur’an-ı Kerim’de Allah insanı muhatap almaktadır. Allah’ın söyledikleri /  buyrukları ilmihallerden, uzmanlardan öğrenilebilir elbet. Ama Allah’ın ilk emri “oku”dur.  Onun için başta Kur’an-ı Kerimdeki ayetleri olmak üzere kâinattaki / insandaki ayetleri de bizzat okumak gerek. Allah da, Tarih de şahittir ki insanlar, hain hemcinsleri tarafından aldatılmış, saptırılmış ve yozlaştırılmışlardır. Bu hainler çeşitli kisveler altında nifak tohumları ekmeye ve istismar alışkanlıklarını sürdürmeye çalışabilirler. Bunlardan korunmak için de insan kendini yetiştirmelidir.

5. Artık yakınmak ve ahlanıp vahlanmak bırakılmalı çözüm üretme çalışmalarına odaklanmalı.

6. Başkalarına ahlak bekçiliği yapmadan güzel ahlaklı, erdemli olmaya çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki Hz. Muhammet (sav) “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.8” diye buyurmuştur.

7. Harici ve dahili sömürücüler sömürmeye devam edebilmeleri için parçalayıp bölme, kutuplaştırma, iç karışıklar çıkarma, terör üretme, korku salma vb. birçok alışkanlıklarını devam ettirmek isteyebilirler. Bütün bunlara karşı koyabilmek için ırk, din, mezhep, ideoloji vb. ayrım göstermeden topyekûn olarak birleşmelidir.

-IV-

Duygu ve düşüncenin olumlu ve olumsuz gücü elbette çok büyüktür. Ancak, Allah da, tarih de şahittir ki, icraatla / hareketle desteklenmeyen duygu ve düşünceler uçuşan renkli balonlar gibi gözüküp sonra sönmüştür. Onun için eylem, tabii olumlu ve yararlı eylemler şarttır. Kısa, orta ve uzun vadeli olmak üzere, her konuda projeler için başta devletler olmak üzere, bütün kurum ve kuruluşlar tabii kendilerini ilgilendiren alanlarda ÇAĞDAŞ SİSTEM YAKLAŞIMIYLA planlar yapmalıdır.

Eşrefi mahlûk olan her insanın birbirlerinden farklı ve birbirlerini tamamlayıcı yetenek ve becerileri vardır. Bu yeteneklerimizi de keşfedip aklımızı cesaretle insan ve insanlığın yararına kullanırsak  her bakımdan kazançlı çıkarız.  Başka deyişle herkes uhdesine düşen görevi vaktinde ve en iyi biçimde yaptığı an insanlık ONUR SAVAŞINI ve iki dünya mutluluğunu kazanacaktır.

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy-İstanbul, 14. 02. 2024

 

 

_________________

1.  “Türk-Oğuz beğleri, milletim, işitin! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir… Ey Türk! Titre ve kendine dön!..” (Bilge Kağan – Göktürk Kitâbeleri)

2.  Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır. Kur'an Yolu (Diyanet İşleri),  Tîn Suresi 95/4. Ayet

3. Allah, insana pek çok üstün sıfat vermekle beraber hayatî bir sıfat olan irâdeyi de bahşetmiştir. İnsan, irâde sıfatıyla beraber kudretini/ıstıtâatını da kullanarak fiillerini gerçekleştirir. İrâde insan nefsinin olumlu ve olumsuz tüm isteklerini kapsar. İnsanın bir şeyi kabul veya reddetmesi irâdesine bağlıdır. İrâde aynı zamanda insan nefsinin arzuları olmaktadır. Bunlar, azm, kasd, iştiyak, eğilim, sevgidir. İrâde her zaman yokluğa taalluk etmektedir.(Cürcânî, et-Ta‘rîfât, 16. ) Var olan iki veya daha fazla seçenekten birisini veya birkaçını tercih etmek de ihtiyârdır. İhtiyâr da irâdeye bağlıdır. (Abdullah NAMLI, SADRUŞŞERİA VE İBNÜ’L-HÜMÂM’A GÖRE CÜZ’Î İRÂDENİN YARATMANIN KONUSU OLUP OLMADIĞI MESELESİ, Kader Cilt: 18, Sayı: 1, 2020, ss. 152-176 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1176111)

4. “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

(Şeyh Galip, 1757-1799)

“Ey insanevladı! Kendine saygıyla/hürmetle yaklaş; çünkü sen kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği olan insansın.” https://www.turkedebiyati.org/hosca-bak-zatina-kim-zubde-i-alemsin-sen/

*

Kâinat ve insan eşittir. Sadece boyutu ve hacmi farklıdır.  Demek ki, kâinat küçülse insan, insan büyütülse kâinat olur. İnsanda fıtratına koyulmuş öyle yetenekler ve duygular var ki, insanı kâinat kadar geniş yapan işte bu değerlerdir. (Yusuf Avcu, İnsan Mı Büyük, Evren Mi?, https://www.yusufavcu.com/p/blog-page.html)

*

İnsan kâinatın küçük bir fihristesi olduğu için, insanda bulunan numunelerin büyük asılları ve sosyal uzanımları âlemde de bulunacaktır. İnsan kalbi, manevî, maddî, içtimaî birçok alan ile irtibatlandırılabilecek sırlarla yüklüdür. (Prof. Dr. Ömer Önbaş Nahİt Topaloğlu, https://www.yeniasya.com.tr/prof-dr-omer-onbas/insan-kainatin-fihristesi_479914)

5. HAYATİ HÖKELEKLİ, Fıtrat, https://islamansiklopedisi.org.tr/fitrat

 Yener Öztürk, İnsan ve Fıtrat, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/257985

 

6. Çanakkale Zaferi kahramanı Seyit Onbaşı'nın hikâyesi, https://www.ntv.com.tr/turkiye/seyit-onbasi-kimdir-kaldirdigi-mermi-kac-kiloydu-canakkale-zaferi-kahramani-seyit-onbasinin-hikayesi,Pv6qxowKIEeJz3T30wqR4A

7. Prof. Dr. Kazım SARIKAVAK, Akıl ve İnsan, 11/01/2017,

http://www.ozgunsosyaldusunce.com/ak%C4%B1l-ve-insan.html

Arzu Bıyıklıoğlu, Kendi Aklını Kullanma Cesaretini Gösterebiliyor musun?,28. 03. 2017,

https://www.milliyet.com.tr/pembenar/arzu-biyiklioglu/kendi-aklini-kullanma-cesaretini-gosterebiliyor-musun-2422420

8. Ebû Hüreyre"nin rivayet ettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.”

(HM8939 İbn Hanbel, II, 381) 


5.2.24

Farklı Okumalar

 



Edebiyatta öykü ve roman yazanlar, bir de usta denemeciler her okuyucuya farklı okuma olanağı sağlamak için yazılarının uygun yerlerinde BOŞLUKLAR bırakırlar. Böylece her okuyucu tat alır; hatta görüş farkı, bakış açısı farklı olanlar bile... Edebiyatta söz sanatlarını çok iyi bilenler bile bu boşluk yerlerini ayarlamakta zorluk çekerler.

Diğer sanatlarda da bu BOŞLUK BIRAKMA konusu vardır her halde. Ben sadece resim sanatından örnek vereceğim. Daha doğrusu ilköğretmen okulundayken, yani 67 sene önce resim öğretmenlerimizin öğrettiklerinden... Örneğin güzel bir kız resmi yapmaktasınız. Gül yanağın tombulundan bir kavis çiziyorsunuz, sonra boşluk, sonra çenedesiniz. Gamzeye hafif bir dokunuş... İzleyici eksikleri tamamlıyor. Tablolarda da görülebilir; ancak boşluklar danteldeki boşluklar gibidir ki böylesi boşluklar el sanatlarında da görülebilir.

Bu boşlukların yerlerini bilmek, yukarıda da değinildiği gibi yetenek ister. Uzaydaki kara delikler gibi ölmüş ve gereksiz bütün metinleri yutuyor bunlar. Yani öykü veya roman yazmak isteyenler için olmazsa olmaz bir konudur bu. Şahsen kurgu yeteneğim olmadığı için, iki öykü kitabımın dışında öykü ve roman yazmaya teşebbüs etmedim. Diğer yazılarımda da hiç beceremediğim bir konudur bu. Bütün boşlukları doldurmam yetmediği gibi olası boşlukları da doldurmaya çalışırım; daha doğrusu çalışmışımdır. Örneğin dini bir konuyu ele almışız. Bunu anlayabilmek için başka konuları da bilmek gerekir. İşte o başka konuları da... Anti parantez olarak yazayım: Bir kitabımın taslağını bir ilahiyatçı arkadaşa göndermiştim incelemesi için. Arkadaş belli bir müddet sonra telefon ediyor. “Şu kadar okudum hâlâ esas konuya gelemedim...” Bunun iyi olmadığını bilmiyor değilim. Yine, yarım asır önce öğrendiğim Anatole France’nin “Onu da yazayım, bunu da yazayım derseniz eserinizi mahvedersiniz.” sözünü başkalarına öğüt olarak söylüyorum; ama ben? Sözde öğretmenliğime veriyorum bunu. Öğretmenlik öyle işlemiş ki içime. Öğretmen yazarların birçoklarının edebiyatın zirvelerini görememesi bundan herhalde.

Birkaç gündür şunu düşünüp duruyorum: Şimdilik öykü ve roman yazamayacağız. Oyalanmak için arada bir yazdığım bloglarda bu boşluk bırakabilmeyi becerebilir miyim? Bu konuya kafayı takmamın sebebi şu, daha açıkçası sebepleri şunlar:

Facebook’ta yazdığım bloglar engellenince, kendi kendime kişilerle ve olaylarla ilgili yazmayacak; fikir düzeyinde çalışacağım, dediydim. Aaa, çok büyük lâf etmişim; hem de bunu paylaşmışım. Kolay mı bu? Bir kere mantık ve felsefe bilmek gerek ki bunların semtine uğramadım hiç. Bir kere de yazmış bulundum. Yazdım mı söz vermiş gibi hissediyorum, kendimi. Onun için ne yapsam, nasıl yazsam diye düşünürken güzel bir tesadüf oldu. Açık deyişle Üstün Dökmen’in bir yazısını okudum.  O yazıdan bir alıntı:

“İnsanlar bir olayın nedenini açıklamaya çalışırken bazen düşünme becerileri eksik olduğu için bazen de birilerine, örneğin siyasi otoriteye yaranmak için eksik ya da yanlış açıklamalar yaparlar. “Bu tür açıklamalara psikolojide ne ad verilebilir?” diye baktığımda tam bir karşılığının olmadığını gördüm. Belki “hindsight bias” denebilir ancak bu kavram kastettiğim şeyi tam olarak açıklamıyor. Bu yüzden olaylara yüzeysel açıklamalarla bakma eğilimine “Kolaycılık” demeye karar verdim. Kolaycılık, olayları kısmen açıklamaya çalışan yarı bilimsel bir düşünme şeklidir.”

(https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ustun-dokmen/kolaycilik-yari-bilimsellik-2171304)

Doğrusu ilk aklıma gelen bazı öykücü ve romancıların boşluk bırakmaları oldu. Yani düşünme becerileri eksik olduğu için eksik bırakıyorlarmış; ama biz onları bir şey sanıyormuşuz. Başka aklıma gelen herkesin de açık açık gördüğü yalaka takımıdır. Siyasi otoriteye yarananlar da diyebiliriz.

Alıntıdaki “hindsight bias” ifadesinin Türkçesine baktım: geriye bakış önyargısı. Allah Allah bizim aklımıza bu niye gelmedi ki? Sonra, kolaycılık varken niye dağa tırmanmaya uğraşıyoruz? Dökmen düşüncesini birkaç örnekle açıklayabildi; ancak kafamdaki boşluk dolmadığı gibi, yeni yeni boşluklar da açıldı. Şeytan diyor ki bu boşlukları da doldur. Olmaz ki, doldur boşalt, doldur boşalt...

Bir husus daha var ki bu çok mühim. “Burası mühim.” Yazımız arama motorlarında taranıyor. Önceden ayarlanan motorlar düşünmeksizin yasak kelimeleri buluveriyor ve anında “işlem tamam.” Bunu da yeni öğrendim. Oğlum Ahmet, engellenen yazımı okudu ve dedi ki: “ Yazınızda engellenecek bir durum yok. Ancak alıntı yaptığınız Prof’un şu kelimeleri arama motorlarına takılabilir.”  Onun için robotları kızdırmayacağız, bunun için de bazı kelimelerin eş anlamını kullanabilir veya kelimeyi kullanmadan açıklamasını yazabiliriz. Onu da beceremedin mi yerini boş bırakacaksın.

Durumu teorik olarak kavradım kavramasına; ama uygulamayı beceremiyorum nedense. Örneğin Argodan günlük dile geçen “yalaka” kelimesini kullandım. Özür dilerim. Bakın, Dökmen bunların özelliklerini yazarak geçmiş. Demek ki öğrenecek daha birçok husus var.

Daima öğrenenlerden olmak dileğiyle...

Sabahattin Gencal, 

Çekmeköy-İstanbul, 05. 02. 2024

1.2.24

Vazifemi Yaparım

 



Ben Sabahattin Gencal

İstanbul’un Çekmeköy’ündeki ikametgâhımdayım.

Bugün Perşembe. Saat: 16.24

Klavye başındayım...

Buraya bir MİM koyarak devam edelim.

Bir yazıya böyle başlanır mıymış?

Niye başlanmazmış ki... Bal gibi başlanır. Hatta herkesin de böyle başlaması gerekir.

Niçinini öğrenek için biraz geriye gidelim:

Yıl 2017, Çekmeköy'deki dairemi almak için Kocaeli Başiskelesi’nde olan dairemi ve bir arsamı satmak zorunda kaldım. Birini satarken bir şey sormadılar. Diğerini satarken rapor istediler. (Evi satarken mi, arsayı satarken mi unuttum)

İşlemlerimi tamamlayabilmek için mecburen doktordan akıl raporu aldık. Ondan sonra zaman zaman “Bende kapı gibi rapor var, sizde var mı?” diye sormuşluğum olmuştur.

Rapor alırken başlangıçta yazdığım soruları sordular. Haa, dedim, demek ki akıllı olma kriterleri bunlar.

Yazı yazmadan önce kendimi yoklarım. Kendi kendime rapor verdikten sonra yazmaya başlarım. Tabii, bazen unuttuğum olur. Örneğin birkaç gün önce yani hukukun resmen katledildiği gün bir yazı yazdığımda rapor almadığımdan olacak, bence çok hafif olmasına rağmen başkalarına birazcık ağır gelen bir yazı yazmış bulundum.

Bu yazımı okuma fırsatı bulan olmadı herhalde. Yayınlanır yayınlanmaz yazı kaldırıldı. “Bu gönderi spam ile ilgili Topluluk Standartlarımızı ihlal ediyor.” Sağ olsunlar, “Hata yaptığımızı düşünüyorsan kararımıza katılmadığını bildirebilirsin.” diye de eklemişler.

Estağfurullah. Bütün hata bizde. Neymiş, Sabahattin Gencal böyle bir anda suskun kalmamalıymış. Sen kimsin be...

Söz aramızda ben hiç kimsenin etlisine sütlüsüne karışmam. Biraz da çekingenim. Azıcık da korkak. Onun için sözünü ettiğim yazıyı sözde çok hafif yazmışım. Hatta başlık “Alışkanlıklar”dı. Yani doğrudan olayla ilgili değildi. Hukuk ihlallerini alışkanlık haline getirilmesinden yakındıydım. Yazıya birkaç payanda alıntı da ekledim. Biri,  bir Akademik dergiden aldığım, “Din Eğitiminde Alışkanlık Bilinci” başlıklı yazıdan iki paragraf. Biri de halen bir partinin başkanı olan akademisyenin (bir Prof’un) konuşmasından bir alıntı... Neyse sağlık olsun diyoruz.

Haa, bir de uyarı gibi bir not eklediler:

“Yönetici ihlalleri

Bir gruptaki içerikler Topluluk Standartlarımızı ihlal ediyorsa grubu kaldırırız. Ancak, yöneticiler kurallara uymayan gönderiler oluşturursa veya onaylarsa, bu daha ciddi bir ihlal kabul edilir ve gruba kısıtlamalar uygulanabilir.”

Ben karıncayı bile incitmemeye karar vermiş biri olarak çok çok dikkatli olacağıma, hiç kimsenin keyfine dokunmayacağıma, “gözlerimi kapatacağıma”, “vazifemi yapacağıma” söz veririm. Essahtan diyorum ha... Yazımda kinaye minaye yok.

Aslında böyle bir yazı da yazmamam gerekirdi biliyorum; ancak bir yönetici olarak uyarmam gerekir, diye düşündüm.

Gerçi bu sayfada yazı yazmak isteyen olmuyor. Ama aklına yazı yazmak düşen olursa faka basmasın diye hatırlatmam farzdı benim için.

Ben vazifemi yaptım. Gerisin siz düşünün....

Sabahattin Gencal, 17.13

 

 

 

31.1.24

Alışkanlıklar

 


Her insanın iyi, güzel ve yararlı alışkanlıkları olduğu gibi kötü, çirkin ve zararlı alışkanlıkları da olabilir. İnsanın görevlerinden biri, belki de en önemlisi zararlı ve yararlı alışkanlıkların farkına varması ve kendisine yakışanı yapmasıdır.

Alışkanlık çok geniş bir kavramdır. Kazanılan alışkanlıklar olduğu gibi kazandırılan alışkanlıklar da vardır. Bireysel alışkanlıklar olduğu gibi toplumsal alışkanlıklar da vardır. İster bireysel ister toplumsal olsun zararlı alışkanlıkların bağımlı hale gelmemesi için başta eğitimciler olmak üzere tüm aydınlar seferber olmalıdır. Aksi takdirde zararlı alışkanlıklar kişiliği, karakteri daha doğrusu insanı ve insanlığı yer bitirir.

“Alışkanlık zırhını giymiş insana kelimeler işlemez. Alışkanlık, insana irade ve akıl tutulması yaşatır. Alışkanlık sayesinde insanın diğer varlıklardan en önemli iki farkı ve melekesi olan akıl ve irade bir işe yaramaz duruma gelebilir. İnsan alışkanlıkların kulu ve kölesi olur. Alışkanlıklar insanı şuurdan şuur dışına, iradeden otomatizme geçirerek insanın kendisini kendi eli ile robotlaştırır (Ravaisson, 1946, XXXIII). Alışkanlıklar insanın kendini iptali ve bilinç körelmesidir. Her bir alışkanlık insanın içine düştüğü gaflet kuyusudur. Alışkanlıklar ile gece gündüz, aydınlık-karanlık, doğru-yanlış hissedilmez olur. Herkes her şey hep aynıdır. Yeni bir günde bakışımız yeni bir şey görmez. Dün ve bugün aynıdır. Yarınlar heyecan vermez. Alışkanlık sahibinin hayatında yeni bir kişiye, olaya, tanışmaya, anlama ve anlamaya yer yoktur.1

 

Alışkanlık zırhını giymiş insanları bir tarafa bırakıyoruz. Çünkü onlara kelimeler işlemez. Ancak diğer insanlara ve özellikle kendimize yararlı öğütler vermeliyiz ki iyi, güzel ve yararlı alışkanlıklarımız gelişsin aynı zamanda kötü, çirkin ve zararlı alışkanlıklarımızdan da kurtulmuş olalım. Ahlak bunu gerektirir, din bunu gerektirir; uzatmayalım insanlık bunu gerektirir.

 

Alışkanlıkla ilgili bir sözü aklımda kaldığı kadarıyla yazdım: “Alışkanlıklar ilkin örümcek ağı gibidir; ama zamanla urgan gibi olur.” Bu sözü Google’da doğrulamak isteyince onunla ilgili aşağı yukarı aynı anlamda sözlerle karşılaştım:

Warren Buffet der ki;                                                                                                                    

 Alışkanlıkların zincirleri önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur.”

*

''Yasalar örümcek ağına benzer, küçük sinekler ağa takılır kalır, büyük sinekler ağı deler geçer.''

Marcus Aurelius (121-180)

*

Bir İspanyol atasözü şöyle der;

Alışkanlıklar ilk önce örümcek ağı gibidir, sonra elektrik kablolarına döner.”

“Ne kadar doğru bir benzetme değil mi? Alışkanlıklar önce zararsız, belirsiz neredeyse görünmez bir şekilde hayatımıza dahil olur. Sanki bir hayalet gibi. Gelişlerini fark edemeyiz bile. Sonrasında ise o hayalet resmen bir canavara dönüşür. O gelişini görmediğimiz, sesini bile duyamadığımız hayaletler birer canavara dönüşünce fark ederiz ancak. Bazı alışkanlıklar öyle canavarlardır ki, bağımlılıklara dönüşür. İnsanın içini kaplar, ruhunu sarar. Bağımlılıklar, bir insanın en büyük düşmanlarından biridir. Mücadele etmesi, yenmesi zor, güçlü rakiplerdir fakat hiçbir bağımlılık ya da alışkanlığımızın üstesinden gelmek imkânsız değildir. İnsan sabırlı oldukça, zafere daha çok yaklaşır.”

Birkaç notla / açıklamayla bitirelim yazımızı:

Biliyorum, bugün hukuk devletiyle ilgili bir yazı yazmamız gerekirdi. Ya da hiç yazmamamız. Türkiye Cumhuriyetinin, TBMM’sinin ve Yargı'nın itibarının bir kere daha sarsıldığı bugün hukukla ilgili bir yazı yazabilmeliydim. Ben ta 2010’da HEEY Masasını kurmuştum. Yumurta kapıya dayandığı zaman değil. Özür dilerim “Ben demiştim /yazmıştım demek de doğru değil. Evet, hukuksuzluk, maalesef bir alışkanlık haline getiriliyor.

Davutoğlu şunları söyledi:

“Yapılmak istenen çok açık önce Anayasa Mahkemesi’ni işlevsizleştirecekler. AYM’nin 2012 yılından beri bireysel başvuru hakkı yönünde atılan adımlarını yok sayacaklar. Sonra mümkünse AYM’yi kapatacaklar ve Türkiye’yi tamamıyla uluslararası hukukun ve evrensel hukuk değerlerinin dışında, kendi içine kapalı bir hukuk sisteminin dar boğazına sokacaklar. O zaman ne olacak biliyor musunuz? Şimdi Yargıtay’ın bir ceza mahkemesi dairesi herhangi bir parti ile ilişkilendirildiği gibi, o zaman da yargı kurumları iktidarla, partilerle ilişkilendirilecek ve fiilen hukuk ortadan kaldırılacak.3

“Zihinsel duygusal saplantılar ve şartlanmalar olan alışkanlıklara karşı ciddi bir bilinç geliştirilmelidir.4”

“Söylenecekler söylenmiştir. Binaenaleyh...5” artık uygulama zamanıdır.

Sabahattin GENCAL,  01. 31. 2024

_________________________

1.                   Ömer Demir, Din Eğitiminde Alışkanlık Bilinci, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 60 (Yaz 2014),

2.                   https://www.bestepebloggers.com/en-sadik-fakat-en-kurnaz-dostlarimiz-aliskanliklarimiz/

3.                   https://medyascope.tv/2024/01/31/izleyin-davutoglu-can-atalayin-milletvekilliginin-dusurulmesine-iliskin-konustu/

4.                   Ömer Demir, Din Eğitiminde Alışkanlık Bilinci, Ekev Akademi Dergisi Yıl: 18 Sayı: 60 (Yaz 2014),

5.                   Süleyman Demirel, T. C. 9. Cumhurbaşkanı