MEKTUP VE KÜLTÜR ÜZERİNE
Ataç, “Her yazı, yazarının
okuyucusuna mektubudur.” derdi. Her yazının ne derece mektup özelliği taşıdığı
tartışılır elbet. Bence sohbet yazısı mektup havası taşıyabilir; eh biraz da
mektup tadı verebilir.
Mektubun birçok çeşidi vardır. Burada
yalnız klâsik olarak niteleyebileceğimiz, bazılarının klişeleşmiş, kalıplaşmış
mektuplar diyerek önemsemediği mektup türünden söz edeceğim. Söz etmezsem olmaz;
çünkü bu tür mektupları okuyan ve yazan kaç kişi kaldık.
On - on bir yaşlarındayken,
köyümüzdeki halalarımıza gelen mektupları okur. Sonra da cevaplarını yazardık.
Bir halanın gurbetçisinden gelen mektubu, bir yengenin asker eşinden gelen
mektubu, bir ablanın yavuklusundan gelen mektubu, bu konulara vakıf olmayanlar
tarafından hep aynı gibi, klişeleşmiş /kalıplaşmış gibi görünürse de öyle
değil. Her mektubun kendine göre havası, hatta kendine göre kokuları vardı ki
bu kokuları yalnız muhatapları hissederdi. Anlaşılacak gibi olmamakla birlikte
diyebiliriz ki aynı tür kâğıtların sertlik ve yumuşaklıkları, incelik ve
kalınlıkları da kendilerine göre algılanırdı yengeler ve ablalar tarafından.
Kâğıt değil mübarek dersin ki kadife veya ipek. Bu mektuplar koyunlarından
çıkartılarak bana okutturulurdu.
Mektuplar sevgili, kıymetli, değerli,
muhterem vb. kelimelerle başlar ve gönderilene isim ya da yakınlık derecesi
yazılırdı. Sevgili Ağabeyim, Kıymetli Kardeşim, Değerli Babacığım ve Annecim
vb. Bazen bu sıfatlar pekiştirilirdi; baldan tatlı, çok değerli vb. gibi. Demek
ki insanın DEĞERİ VE ÖNEMİ vurgulanarak
başlanırdı. Yani “insan eşref-i mahlûkat / varlıkların en şereflisi” olmak
hatırlanır ve hatırlatılmış olurdu. İnsan muhataplarına değer verdiği ölçüde
değerlenir. Bunun tersi de doğrudur, insanı alaya alan, ona yakışıksız sıfatlar
yükleyen kişiler aslında kendi onurlarını yok ettiklerinin farkına
varamazlar...
Mektuplar evvelâ selâmla başlardı.
Muhataba göre değişiklik olabilirdi bu bölümlerde: Evvelâ üzerime farz olan
selâmlarımı gönderir... Bu ifadelerin yani selâmlaşmanın insanı onurlu,
kıymetli kabul etmenin hemen sonrasında gelmesine ne denir?
Peygamber (sav) Efendimiz: “Ben size
yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda
selâmı yayınız.” buyurmuşlardır. (Müslim) “Selâmun aleyküm” veya “Es-selâmu
aleyküm” diye selâm veren kimse, selâm verdiği Zat’a: “Ben Müslümanım, benden
sana zarar gelmez. Barış, huzur ve esenliğin sizin üzerinizde olmasını yüce
Allah’tan niyaz ederim.” demiş olur. Bu şekilde ki selâm şekli bir Müslümana
yapılmış duadır. Selâm vermek sünnet, almak farz olmasına rağmen, bir farzın
işlenmesine sebep olunduğu için selâm vermek almaktan daha hayırlıdır. Bir de;
kişi selâm beklemeden selâm verdiğinden tevazu kazanmakta ve böylece mütevazı
olmanın Allah katındaki mükâfatını kazanmaktadır.
Benim halam, benim yengem selam
vermeyi de farz kabul ediyor ve devam ediyor: Evvelâ üzerime farz olan
selâmlarımı gönderir o mübarek ellerinden öperim. Görüyor musunuz “mübarek /
kutsal” diyor. Muhataba, insanın manevi
değerini ve daha ilk cümlesinde bereketli, verimli, kutsal emeğini
hatırlatmıyor mu? Yani maneviyatla maddiyatı birleştirmeyi düşündürmüyor
mu?
Nasılsınız? İnşallah iyisiniz. İyi
olmanızı Yüce Rabbimizden dilerim. Bu cümleyle ilgili görüşümüzü bildirelim.
Muhatabına nasıl olduğu soruluyor. Bu boş bir soru değil. Size yardıma hazırım.
Rabbimizin buyurduğu gibi üzerime düşeni sözlü veya fiili olarak yapmaya
çalışırım, anlamını yükleniyor. İyilik kelimesini vurgulayarak olumlu yönden
yaklaşıyor. Sanki 40 yıl psikoloji okumuşlar. Peki, bugün? Nassın? He he, Allah
versin...
Benden soracak olursan, hamd olsun
iyiyim. Bakın kendini sonraya
bırakıyor. İşte alçakgönüllüğü. Hamd ederek Allah’a (cc) teşekkür ediyor. Aynı
zamanda muhatabına Allah senden razı olsun duasını iletmiş oluyor.
Mektubunda, o işin nasıl olması mevzuunda
fikrimizi sordunuz... Estağfurullah. Tabii, sen bilirsin ama şöyle yapsan daha
münasip olmaz mı? Baksanıza esteğfurullah diyerek incelik göstermeye, alçakgönüllüğü
pekiştirmeye çalışılıyor. Nasıl olması gerektiğini de “Şöyle yapsan daha
münasip olmaz mı?” diyerek anlatmak istiyor. Emir / BUYRUK CÜMLESİ KULLANILMAMASINDAN günümüz
insanları hiç ders almadılar galiba.
Varsa haberler veriliyor. Tabii
olumluları. Sonra tekrar selamlara geçiliyor. Gelen mektuplardaki selâmlar
ilginç: Ev halkına büyükten küçüğe ayrı ayrı selam edilip hal hatırları
sorulduktan sonra en dışındakilere sıra gelir. Komşumuz Ahmet Dede nasıldır
mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim. Akrabamız Fatma Beykanaya
mahsusen selâm ederim. Hayırlı dualarını beklerim. (A – Z)’e selâm ederim.
Hayırlı dualarını beklerim.
Bakınız yazımızın bu kısmında ilk kez
bir itirafta bulunacağım. Ve bu anda anlatamayacağım duygulara kapılmış olarak
kendimi kınayacağım: Öğretmenlik yıllarımda ortaokullar için Bakanlığımızın da
kabul ettiği ek okuma kitapları vardı. O kitapta bu tür mektupları bulup
öğrencilerime okuturdum. İşte o sırada ancak şimdilerde fak ettiğim bir hata
yaptım. Allah (cc) beni affetsin. Selamları ortak paranteze aldırdım: Ahmet
Dedede’ye, Fatma Beykanaya, Ebe Nineye, Değirmenci Dayıya, Yusuf Efendiye,
Recep Efendiye vb. mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim. Mantıken doğru. Öyle ya... İş öyle değilmiş
meğer. Mektup gelince sadece muhatap değil diğer komşular da merak eder.
Nasılmış yeğenimiz? Ne edermiş? diyen komşular da dinlerdi mektup okuyanı.
Kendilerine mahsusen / özellikle selâm gönderilmesi ayrıca onurlandırırdı
onları. Bu kadar basit bir şeyi akıl edemeyip ortak paranteze alıp her birini
sıradanlaştırmışım. Doğrusu hiç beklemezdim bunu kendimden. Bu durumu whatsapp
icat edilince anladım. En yakınım whatsapp’ta topuna bir mesaj atıyor. Böylelerine
ben cevap vermiyorum. Sonra sitem de ediyor. Be mübarek sen benim yaşımda değilsin;
ancak yetiştiğimiz kültürün içinden geliyorsun; bari sen böyle yapma...
Mektup sonunda yazılan tekerlemeler,
maniler de ayrı konu edilecek türden:
E mektubum gitta gel/ İyi haberler al
da gel! Kestane kebap/ acele cevap. Evde bebek ya da çocuk varsa onun
parmakları çizgisi. Peki,
atasözlerimizden, manilerimizden, bilmece ve bulmacalarımızdan; ninnilerimizden,
ağıtlarımızdan, destanlarımızdan vb. ne kaldı?
Sabahattin Hocam bu yazdıkların
hiçbir mektup yazanın hatırına bile gelmediğine eminiz. Sabahattin hocam,
kusura bakma ama uyduruyorsun vb. diyenler olur mu bilemem. Ama ne olur ne
olmaz deyip bir cevap vereyim: Doğrusu tahmin ettiğiniz gibi benim yorumlarımın
hiçbiri onların aklına gelmedi. Çünkü onlar bunu köklerimizden beri
yaşamışlardır. Onlar için kültürdür bu. İşte kültür biraz da bu. KÜLTÜR
YAŞAMDIR.
Bakınız bir mektupta bile şimdiki birçok
kalın malın kitaplardakilerden daha çok kültür öğesi var. Peki, ne oldu bize.
Nereden nereye diye yazmak istemiyorum. Ben şöyle yazayım:
“ Ne oldu bana bilemem, kendimi
unuttum
“Ben eski hâlimle daha mesuttum”
Kaynak: LyricFind, Besteciler: Orhan
Gencebay
Anlıyorum. Hocamız yine kafa
karıştırıyor. Biz bu tür mektuplardan bir şey anlayamadık. Bir mektuptan, bir
kafadan, bir burdan bir şurdan vb. diyorsunuz. Gerçekten öyle mi diyorsunuz?
Unutmayın ben mektup yazmıyorum. Mektup türü üzerine bir sohbet yazıyorum. Hem
öyle böyle değil ha. Açık uçlu bir sohbet.
Değerli okuyucum, sevgili arkadaşım bu
sohbetteki açık uçların hangi birine dokunursanız sizi alır götürür. Hem de
sizi, bir makale yazmadan bırakmaz. Örneğin bir insanda maddi ve manevi
yönlerin olması üzerine söylediklerimle ilgili neler söylenmiş neler. Bilgi ve
gönül kanatlarından söz etmedik mi? Sorunumuz burada. Nedense bizi yönetenler
ya maneviyata önem vermedi. Ya da önem verir gibi yaptı sadece.
Ne diyordu Fikret?
Bir devr-i şe’âmet: Yine çiğnendi
yeminler;
çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i
bülendi.
Kânun diye, topraklara sürtüldü
cebinler;
kânun diye, kânun diye, kânun
tepelendi...
Bîhûde figanlar yine, bihûde enînler!
Tevfik
Fikret ( 1867 - 1915 )
Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri, S.
38-40
Peki, ya şimdi? Yeminler çiğnenmedi
mi? Çağdaşlama umutlarımız / ümmîd-i bülendiz ? Cebinler? Evet, alnımız yere
eğik değil miyiz, korkak ve cesaretsiz değil miyiz? Evet, Anayasal haklarımız
hakkında gıkımızı çıkartabiliyor muyuz? Tabii ki hukuk da tepelenir, eğitim de,
her şey de...
Yanlış anlaşılmasın Tevfik Fikret’ten
alıntı yaptım yapmasına ama ben onun kadar karamsar değilim. İnlemenin,
ağlamanın, figanların, yakınmaların boşuna olduğunu söyleyecek değilim. Bu yüce
milletin ümid-i bülendinin öyle kolay kolay yıkılacağını da sanmıyorum. Yeter
ki azıcık bilinçli olalım. Kutsallarımızı istismar edenlere, onurumuzla alay
edenlere, bizi sömürme çabası içinde olanlara, bizi içten yıkmak isteyenlere
vb. hiç olmazsa yüz vermeyelim.
Hocam ne yapıyorsun? Bütün açık
uçları siz mi dolduracaksınız. Hayır, olur mu öyle. Diğer açık uçları siz
doldurun tabii. Örneğin benim mektup yazdığım veya benim yaştakilerin mektup
yazdığı köylerdeki kültür durumu nasıl? Oğlum Fuat’a sordum. “O
anlattıklarınızdan eser yok şimd.” dedi. Üzüldüm tabii bilmem siz ne dersiniz?
Kültür olmazsa?
Atatürk diyor ki: “Türkiye
Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum.
Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin okullarında birçok vesilelerle eser halinde
tesbit edilmiştir. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna
çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. 1936 (Afet İnan,
Atatürk Hakkında H.B., S. 261-62)
Yine kısa yazamadım. Kendimi henüz
toparlayamadım; aklıma geldiği gibi yazıyorum işte. Ne demiş biri “Uzun sözü
kısa dinleyin.” Ben deniz de “Uzun yazıyı -araya başka bir şey sokmadan- taksit
taksit okuyunuz.” diyorum.
Sabahattin GENCAL,
Çekmeköy – İstanbul, 07. 03. 2024