26.12.23

Tamam mı, Devam mı?

 




Gerçek yaşamın ucunda oyalanıp dururken 2010’larda sanal yaşama adım attım. Açık deyişle İnternet Okyanusunun kıyılarındayım. Kıyılarda olma duygusu çok yaşanılan; ama anlatılamayan duygulardandır. Benim gibi 80 yaşında yani gerçekliğin ucunda, sanalın kıyısında olanlar vardır belki. İşte, ancak onlar anlayabilir beni. Tabii, bir de siz sevgili okurlarım...

Kıyılarda olmak tehlikelidir. Ya okyanusa dalacaksınız ya da hiç girmeyeceksiniz. Benim gibi hep kıyılardaysanız en hafif esintilerde karaya vurmuş balık gibi olursunuz. Kaldı ki bu son zamanlarda dalga boyları arttı. Kırılan dalgalar sahilleri dövüyor zaman zaman... Tabii, olan da biz garibanlara oluyor her zaman. Seriliyoruz kumlara. Sonra? Yine düşe kalka kıyıdayız. Hep böyle geçti bu son seneler...

Kendimi anlatabilmem için böyle benzetmelere başvuruyorum. Başka türlüsü olanaksız. Bir ton kelime kullansam yukarıdaki satırların sezdirdiğini açıklayamazdım.

Siz, sezgileri de kuvvetli arkadaşlarım. Sizlere söyleyeceklerimi bir çırpıda söyleyemiyorum. Mahcubiyetimden dilim dolaşıyor. “Söz / boğaz dokuz boğumdur.” derler ya... Şimdiye dek her boğumda / düğümde düşündük, ölçtük, biçtik, şöyle ettik, böyle ettik; kısaca kafa yorarak anlatmaya çalıştık. Anlayan anladı bizi; ama anlamayanlar da çıktı. Onların da canı sağ olsun...

Devir değişeli çok oldu. Şimdilerde herkes sözünü esirgemez oldu. Herkesin birbirini kırdığı bu döneme karşı direnmeye çalıştım doğrusu. Ama gördüm ki zerrece olumlu katkım olamadı. Olamazdı da. Suların yukarı doğru akıtılamayacağını göremedim. Aslında dinamo, motor vb. teknolojiyle sular yukarı doğru akıtılabilir; ancak bizde o donanım yok. Onun için her projemde başarısız oldum. Kısaca değineyim:

Şi-Lâm (Şişeli Lâmba, aydınlatma projem) tutmadı.

HEEY (Hukuk+Eğitim+Ekonomi+Yönetim öncelikli projem) yerle bir oldu.

Sa-Gen (Yazarlar Grubu) projemiz de tutmuyor gibi. Tutmayacak gibi demek daha doğru. Çünkü dönem mi dersiniz, ortam mı dersiniz, iklim mi dersiniz, egemen güçler mi dersiniz; ne derseniz deyin her egemen yazarların susmasını istiyor. Tabii yazarlar da çekiniyor. O kadar ki Sabahattin Gencal gibi özene bezene yazsanız da, kırmamak için kelimeleri dokuz filtreden geçirseniz de suçlanmaktan kutulamazsınız. Şunu ima ettiniz, şunu kinayeli kullandınız, Şuraya fazladan bir nokta koydunuz vb. der ve sizleri suçlarlar. Bu yetmezmiş gibi soruşturmalarda, yargılamalarda zihninizi okumaya kalkarlar... Ve al başına belâyı... Böylesi durumlarda “Yazmaya yürek ister.” Valla, ben de o yürek yok. Kalp ritmim bozuk zaten. Bir kalp ki pır pır ediyor içimde. Kaygı bozukluğumu da sormayın. Bu günlerde öyle kaygılanıyorum ki sormayın. Aklı başında olan, vatanını, milletini düşünen böyle işler yapmaz diyorum ve kötü kötü senaryolar kuruyorum. Allah devletimize ve milletimize bir zeval vermesin.

İnşallah bize de bir zeval vermez Yüce Rabbimiz. Tabii, bütün önlemleri almalıyız ki siz değerli arkadaşlar, yazmamakla bu önlemi almış bulunuyorsunuz. Bunu sitem olarak söylemiyorum. Doğruya ne denir?  

1965’lerde sendika kurmaya çalışan öğretmenlere, sendika neyinize kanarya sevenler derneği kurun diyenler vardı. Nedense o aklıma geldi. Sa-Gen Yazarlar Grubu’na da farkındalık yaratmak sizin neyinize, doğal güzellikleri anlatın. Çiçeklerden böceklerden; zülfü yâre dokunmayacak anılardan söz edin vb. diyenler olur mu bilemem. Böyle diyenler olursa hiç birimiz bu sözleri kaldıramayız.

Sadede gelelim. Kıyılarda dolaşırken başta Şi-Lâm ve HEEY projelerim olmak üzere birkaç projemi, istemeyerek de olsa sonlandırdım. Ancak Sa-Gen Yazarlar Grubu Projesini tek başına sonlandırma hakkını kendimde göremiyorum. Arkadaşlarıma karşı zerrece saygısızlık yapmak istemem.  Ben hal-i pür melalimizi dolaylı biçimde de olsa anlattım. Sa-Gen’in devam etmesi veya etmemesini sizin kararınıza bırakıyorum. Tamam mı, devam mı? Lütfen oylamaya katılınız. Bir oy bir oydur. Salt çoğunluğun kararına göre çok cılız olarak seyreden projemizi ya tamam diyerek sonlandıracağız ya da yılbaşından itibaren korkulara karşı durarak kelimeleri konuşturacağız.

Sahile vuran dalgaların sesini duyanlar benim de sesimi /söylemek istediğimi duyabilirler.

Hayırlı olması dileğiyle...

Sabahattin Gencal, 26. 12. 2023

  

 

22.12.23

Töre Cinayetleri ve Engizisyon

 



Yılın her haftası, hatta haftanın her gününde kitap okumak ekmek kadar, su kadar bir gereksinimdir benim için. Ele aldığım bir kitabı bitirinceye kadar okumadan bırakmam. Fakat ara ara bu yöntemimden vaz geçtiğim oluyor istemeden. Klasiklerden okumadığım roman kalmadı dersem abartı değil. Kitap fiyatları aldı başını yürüdü. Sarraflar ve ikinci el kitaplar bile el yakıyor. Maaştan kitap için para ayırmak olanaklı değil benim için. Haliyle Halk Kütüphaneleri başvurduğum kitap kaynaklarımdır.

Üzülerek belirtmeliyim son yıllarda kütüphaneler kitap susamışlığımı gideremiyor. Raflar kitap dolu oysaki. Tanınmamış yazarlardan süslü kaplı kitaplar. Bu kitapların yerleri ve diziliş sıraları değişmiyor. Sadece rafları süslüyorlar. Sıradan bir okuyucuya hitap edecek kitaplar buharlaşmış nedense(!).

Kütüphane ziyaretlerinde ince eleyerek üç kitap seçerim. Seçtiğim kitapların çoğu kez üçünü de okurum. Maalesef beğenmeyip yarıda bıraktıklarım da oluyor. İki hafta sonunda beğeneceğim kitaplar bulmak ümidiyle soluğu yeniden kütüphanede alıyorum. Hakkını teslim etmeliyim ilginç kitaplara da rast geliyorum nadiren. Şavşat İlçe Halk Kütüphanesinden okuduğum Julıa Alvarez’in Kelebekler Zamanı son yıllarda okuduğum en güzel romanlardan birisiydi. Ve son Canan Tan’ın Pembe ve Yusuf adlı romanını okudum.

Romanın özellikle final bölümü heyecan kasırgası… Namus cinayetine giden kadınlarımıza ithaf edilmiş bir ağıt. Diyarbakırlı feodal ilişkiler içinde yaşanan geniş bir ailenin romanı Pembe ve Yusuf. Ataerkil bir aile. Romanı özetlemeye gerek yok. Sözleri Hamurabi Kanunları’ndan sert bir aile babası. Bir biçimde, baba deyim yerindeyse zinciri kırarak aileden kopup İstanbul’a kapağı atar.  Kurnazlıkla el koyduğu; kardeşleriyle kazandıkları parayla büyük kentte bir daire satın alır. Eşi ve iki oğlunu da yanına alır…

Karısının söz hakkı yoktur aile içinde. İki oğlunu ilkokuldan sonra okutmaz. İş edinir. Kahvehane işletmeye başlar. Çocuklarını da kahvehanede çalıştırır. Maddi sorunu yoktur ailenin. Eşi kocasının karşı konmaz baskı ve isteği sonucu iki çocuk daha doğurur. Üçüncü çocuk kız evladıdır. Babanın gözünde kız çocuğunun yeri yoktur. Yıllar geçer. İki büyük oğul esnaf olarak geçimlerini sağlamaktalar. Son erkek çocuk ablasını çok sevmektedir tıpkı annesi gibi.

Babanın tek düşüncesi para paradır… Biricik kızına eşi ölen varsıl komşu bir esnaf talip olur. Adam babası yaşındadır kızın. Körün istediği bir göz Allah verir iki göz. Ailede tek söz sahibi baba için parlak, kızı için kara bir güneş doğmuştur. Göz açıp kapayıncaya kadar nişan yapılır. Kız nişan törenini güle oynaya kabul eder(!) Oysa kendi yaşıtı bir gençle konuşmaktadır. Ve büyük gizlilik içinde sevdiği gence kaçar. Evde kıyamet kopar. Baba hırsını eşinden çıkarır. Kadını acımasızca döver.

Roman bu ya; kız gittiği evde mutlu olamaz. Kaynana biricik tek oğlunu gelininden kıskanır. Sürekli dışlanır taze… Nihayet gelin yeni doğurduğu bebeğiyle kapı dışarı edilir. Gideceği sıcak bir yuva yoktur. Bir karlı Karakış günü baba evine sığınır. Babadan, “Gözüme gözükmesin çatıdaki odada yaşasın.” Emri çıkar. Uğursuz bir hava esmektedir baba evinde. Günlerden bir gün baba ve kendi sert, acımasız karakteri taşıyan iki oğluyla erkekler toplantısı yapar. Kıza idam fermanı çıkar gerekçesi yazılmayan kararda…

İyi de idamı kim gerçekleştirecek. Görev küçük kardeşe verilir. Yaşı küçüktür onun. Fazla ceza yemez. Ağabeyleri ve baba hapiste yalnız bırakmayacaklarının sözünü verirler abla katili olacak çocuğa. Ablasını çok seven çocuk bu akıl dışı eylemi kabul etmez. Üç gün süre verilir küçüğe. Çocuk yemeden içmeden kesilir. Dalgın dalgın dolaşmaktadır. Anne ve idam fermanı yazılı kız durumdan kuşkulanır.

Nihayet üçüncü gün sona ermektedir. Anne çatı odasına çıkar. Gördükleri kıyameti olur. Kadersiz kızının kendini asmıştır. Dünya başşehri diye ünlenen İstanbul’un ortasında bir biçimde töre cinayeti uygulanmıştır. Küçük kardeş yıkılır. Evi terk eder. Anne kızından geride kalan bebeği kucaklar. Doğduğu kente döner. Baba ve iki büyük oğul yaşamlarını sürdürür kaldığı yerden.

Her yıl acımasız töre cinayetleri yaşanır bu kadim topraklarda. Töre cinayetine mahkûm edilen bir kızın coşkun akan bir nehire itelendiğini görmüştüm haberlerde. Kızın günü tükenmemiş mi demeli. Yüzme bilen kızımız canını kurtarmıştı. Töre cinayetleri bir yana son yıllarda ülkemizin korumasız güzel kadınları öldürülüyor. Kadın cinayetleri kanıksandı ülkemizde adeta.

Avrupa, karanlıklar içinde yaşadığı Ortaçağ boyunca özellikle kadınlar engizisyon mahkemelerinde mahkûm edip cayır cayır yakmıştır. Engizisyon mahkemelerince işkenceyle öldürülenlerin sayısını otuz ile altmış binlere ulaştığını yazar kara Avrupa tarihi. Engizisyonun ve ülkemize has töre ve kadın cinayetlerinin günümüzdeki ahvalini a’dan z’ye kadar incelemek düşünen insanlarımızın vaz geçilmez birinci görevi olmalıdır. Ve Tolstoy diyor ki,“ Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını duyuyorsa insandır.”  

Devam edecek.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, yazar)


17.12.23

Kurtdereli Mehmet Pehlivan ve Ahlâk

 



Günümüzde ortadan kalkan güzel geleneklerimizden birisi de düğünlerde, yayla şenliklerinde ve ulusal bayramlarda köyümüzde yapılan karakucak güreşleridir. Davul zurna eşliğinde yapılan bu güreşlerde küçük çocuklardan başlayarak köyün en acar güreşçileri güreş tutardı. Güreşte köyün yaşlı eski güreşçileri hakemlik görevini üstlenir adilane bir biçimde güreşleri yönetirdi. Güreşlerde taşkınlık yapan olursa sert şekilde uyarılır haksızlıklara meydan verilmezdi. Müsabaka sonunda yenenle yenilen kardeşçe sarılır dostça ayrılırdı. Ata sporu güreşleri seyretmenin hoşnutluğunu doya doya yaşardık.

İsmail Habip Sevük Türkü Güreşi adlı eserinde anlatır: Kurtdereli Mehmet Pehlivan Avrupa ve Amerika’da katıldığı güreşlerde rakiplerini sürekli yenerek Dünya’nın hayranlığını kazanır. Bir güreş öncesi İngiltere’de Güreş organize edenler ülkelerinde yaşayan bir Türk doktoru tercümanlığıyla Kurtdereli ’ye güreşi birinci gün kazanmaz, ikinci güne bırakırsa, ikinci gün de kazanmaz üçüncü güne bırakıp üçüncü gün İngiliz güreşçiye yenilirse beş yüz altın önerirler. Doktorun ısrarı üzerine Kurtdereli öneriyi kabul eder.

Güreşin birinci gününde güreş başlayınca seyircilerin ön saflarında oturan doktora Kurtdereli öneriye katılmayacağını belirtir ve rakibini kısa süre içinde yener.

Güreşten sonra doktora şu sözleri söyler Kurtdereli:

 “Güreşirken bütün Türk milletini arkamda hisseder ve onun şerefini korumak için her şeyi yapardım ve bütün Türk milletinin kuvvetinin arkamdan dayandığını hissederdim.”

Kurtdereli’nin bu sözlerini duyar Atatürk; Cihan pehlivanı ünvanlı güreşçiye içinde 1000TL olan şu mektubu gönderir.

Kurtdereli Mehmet Pehlivan,

Seni, cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim:

"Ben her güreşte arkamda Türk Milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm."

Ben, dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla, senden ve sözlerinden ne kadar çok memnun olduğunu anlarsın.

Gazi Mustafa Kemal

Ulusumuzun geçmişinde hatırladığımızda göğsümüzü kabartan çok örnekler vardır. Taçsız kral diye ünlenen Metin Oktay’ın sözlerini unutabilir miyiz?

“Galatasaray'da kaptanlık yaptığım zamanlarda yazı-tura yapılacağı vakit hep tura derdim. Varsın Ata’mın silueti yere değmesin.”

Çocuklarımıza ve gençlerimize böylesi nice güzel örnek yaşanmışlıklar varken yaşadığımız yıllarda giderek artan hoş olmayan olaylara sıklıkla tanık oluyoruz. Yıllarca top koşturmuş kariyerleri ulusal takımımıza kadar yükselmiş ve milyonlar kazanmış bazı futbolcuların karıştıkları para olayları sporumuza kara bir leke olarak silinmeyecek biçimde yapıştı maalesef.

Artık spordan öte bir sanayi kolu haline gelen futbolda gün olmuyor ki, yüz kızartıcı olaylar yaşanmasın. Güzide bir spor kulübünün başkanı hem de milletvekilliği görevi yapmış bir başkan yeşil sahanın ortasına kadar koşup hakeme yumruk atıyor. İnsanlığımızdan utanacağımız sahneler yaşanıyor. Bu olayda yere düşen hakem hunharca tekmeleniyor başkaları tarafında.

Geçmiş yıllarda bakanlık bile yapmış bir spor kulübümüzün başkanı transfer yaptığı tanınmış zenci kökenli futbolcu bir kaç maçta gol atamayınca: “Bizim yamyam gol atamıyor.” Mealinde sözler etmişti. Bu sözleri duyan futbolcu: “Benim ırkımın aşağılanmasına bigâne kalamam.” Diyerek ülkemizi terk etmişti.

Yüz kır artıcı, ulusumuzun adet ve geleneklerine ve de onuruna yakışmayan söz ve davranışlar sadece futbol alanında rastlanmıyor. Yaşamımızın her alanında nahoş olaylar gözlemliyoruz üzülerek. Genç bayanların karıştıkları parasal olaylar adeta normal olaylar gibi yaşanmış bu güzel topraklarda.

Ülkemizde yaşayan bir gazeteci şöyle bir söz söylemişti bir tv. programında. “ Avrupa’daki gazetemize Türkiye’de güzel bir olay yaşandı diye haber geçiyoruz.” Alın teri ile para kazanan normal yurttaşlarımız; polisiye olayların artış göstermesi, kısa yoldan klasik deyişle köşeyi dönenlerin oranının artması yaşananlardan büyük üzüntü duymakta.

Giderek çoğalan, toplumumuzun soluduğu temiz havayı kirleten kişilerin, olayların önü alınamaz mı? Elbette alınır. Çare yok mu var elbette. Japon Ulusu’nun iş ahlâkı ve çalışma disiplini hayranlık uyandırmaktadır Dünyamızda. Peki, Japonlar nasıl böylesi dürt olabiliyorlar. Onların DNA’ları bizlerden farklı mı? Değil haliyle.

Araştırılınca şu gerçekle karşılaşıyoruz; bu halk daha ilkokuldan başlayarak bütün okul kademelerinde kapsamlı bir şekilde ahlâk eğitimi veriyor genç kuşaklarına. Bilindiği gibi Japonya’da üç farklı din var ve Müslüman da değil dünyanın bu çalışkan insanları. Evet, Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bizler de zaman geçirmeden eğitim öğretim müfredatımıza Japonlardan örnek alarak ahlâk eğitimini ayrı bir ders olarak okutmalıyız okullarımızda. Sözün özü eğitim öğretimimize gerekli yatırım yaparak müfredatlarımızı bilimsel, nitelikli yöntemlerle çalışmalara göre planlamalıyız. İşte o zaman Atalarımızdan aldığımız terbiye, gelenek görenekleri yetesiye içselleştirip kural dışı yaşanmışlıklara en az düzeyde karşılaşırız.

İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, Yazar)

15.12.23

Ardahan’dan Batıya

 



1800 rakımlı Ardahan’da hava bozuksa ve yaz mevsimi yerini sonbahara bırakıyorsa havalar iyice soğur. Hava sıcaklığı tek rakamlı sayılara düşer. Acil işi olmayan insanlar dışarıya sokaklara çıkmaz. Ardahan’da İstanbul seferini yapacak otobüsün kalkmasını bekliyoruz. Ara ara hızlanan yağmur ve şiddetini artıran rüzgârdan çocuklarla birlikte büyükler de nasiplendik. İyice ıslandık, üşüdük…

Otobüssün içi ana baba günüydü. İkişerli koltuklarda iki büyük yolcunun yanında birer de çocuk vardı. Bazı annelerin kucağında bebekler vardı. Otobüsün kalkış saati 13.00’tü. Biz ancak saat 14.00’de doğru hareket edebildik. Taşıtımızın içi sımsıcaktı. Kalabalık yolcu topluluğunun nefesleri içerisini yetesiye ısıtmıştı.

Kars’a yaklaştığımızda bulutlar dağılmış hava biraz açmıştı. Güneş, Kars Kalesi’ni soluk sarı ışıklarıyla aydınlatıyordu. Ardahan’da yetesiye yolcusunu almıştı otobüsümüz Kars’ta fazla kalmadı. Kısa bir ihtiyaç molası sonunda hareket ettik. Hava da karardı. Karanlıkların içine daldık. Ağlayan bebek sesleri, koltuklarında rahat otaramayanların sızlanmaları dinmiyordu.

İstanbul’a, Sakarya ve Kocaeli’ne ilk kez seyahat edenler vardı. Bazı yolcuların çoğusu kara lastik ayakkabı giyiyordu.

Altları değiştirilmesi gereken bebeklerin için pratik bebek bezleri yoktu. Altı değiştirilen bebeklerden yayılan kokulara burnumuzu kapatarak rahatlamaya çalışıyorduk. Hele lastik ayakkabılardan yayılan kokulara dayanılacak gibi değildi. Ve o yıllarda taşıtlarda sigara içmek serbestti. Ne kadar çağ dışı alışkanlık ve duyarsızlık. Büyükleri bir yana bırakalım, bebekler ve küçük çocukların sağlığı hiç mi düşünülmezdi (!)

Yapacak bir şey yoktu. Başa gelen çekilir.

Yolculuğumuzun tarihi hayli eskilere dayanıyor. Yetmişli yılların sonu... Memleket kaynıyordu o yıllarda. İller ideolojik olarak parsellenmişti. Kars otobüsleri Erzurum’dan geçerken taşlandıklarını duyuyorduk. Kars’ta sol, Erzurum’da sağ ideolojiler baskındı. Şavşatlı bir eczacı arkadaş anlatmıştı:

“Arabamla Erzurum’da hastahaneye gidecektim. Arabamı şehir dışında bıraktım. Artvin plakalı araçla Erzurum’un merkezine girmek dayak yemeye ve aracın haşat olmasına davetiyeydi. Hastahaneye yaklaştığım zaman kalabalık bir grup sloganlar atarak yürüyordu. Ben de sağ elimi yumruk yapıp kolumu kaldırdım. Komünistler Moskova’ya, komünistler Moskava’ya ‘ diye bağırarak kalabalığın arasından rahatça geçip hastahaneye gidebildim. ”

Saat 24.00’de Erzurum Otobüs terminaline vardık. Yarım saat mola verildi. Gece yarısı terminalde sorun olmaz diye birlikte yolculuk ettiğim bir öğretmen arkadaşla iki çay içmek amacıyla çocukları otobüste bırakarak terminaldeki çay ocağına gittik. Sağ görüşlülerin malum bıyıklısı bir genç yanımıza yaklaştı. Masamıza dört bardak çay koydu. Biz her ne kadar iki kişiyiz iki çay içeceğimizi söyledik. Tosuncuk kaşlarını çatarak: “Burada adet böyledir.” Diyerek yanımızdan uzaklaştı. Birer bardak çay içtik. Diğer iki çayı içmeyerek durumu ancak bu kadar protesto edebildik. Dört çay parasını ödeyerek çabucak otobüsümüze girdik. Lafı uzatsaydık başımıza nelerin geleceğinin farkındaydık.

Neyse ki, otobüsümüz kötü bir olayla karşılaşmadan hareket etti. Hoş olmayan kokular içinde yol alıyorduk. Durumumuz yine de Dostoyevski’nin Ölüler Evi romanını yazdığı koşullardan biraz daha iyiydi. Yolculuğa birazcık neşe katan ikinci kaptanın sorduğu eğlenceli bilmecelerdi. Otobüs içindeki kirli hava çekilecek gibi değildi. Taşıtımız azami seksen kilometre yapabiliyordu. Otta Anadolu toprakları soluk gri renk almıştı.

Evet, Anadolu bozkırında yol alıyorduk kazasız belasız. Güneş doğmuş hava sıcaklığı yükselmişti. Otobüsün camlarını aralayıp temiz hava teneffüs etme olanaklı oluyordu. Aheste aheste yolculuk devam ederken yaşadığım yıllar içinde ilk ve tek olarak karşılaştığım hareket halindeki taşıtın tekerinin bomba sesi çıkararak patlamasına tanık oldum. Ön sağ lastikte tilki ininin ağzı genişlikte bir delik açılmış, büyük bir parça kopup yana savrulmuştu.

Kazayı otobüs takla atmadan atlattık. Tekeri değiştirmekti yapılacak iş. Stepne yoktu uzun servis aracımızda maalesef (!) Kırıkkale’ye gidip lastik almaktan öte bir çözüm yolu da yoktu. Sürücülerimiz yoldan geçen bir araca binip lastik almak için yanımızdan ayrıldık.

Vakit öğleye yaklaşıyordu. Tüm yolcular kırlara dağıldık. Yorgunluk attık. Kısa sayılmayacak bir süre içinde temiz Orta Anadolu kırında piknik yaptık. Dinlendik yetesiye. Sürücülerimiz geri dönüp yeni lastiği takıp yeniden hareket etmeniz üç saate yakın sürdü. Bu kez biz yolcuların tek dileği vardı; sağlıklı bir biçimde yolculuğun sonlanması.

Yolculuğumuzun kalan kısmı normal geçti. Otobüsün hızında bir değişiklik yoktu. Taşıtın içinin tahammül edilmez hava kirliliği, haddinden fazla yolcu ile yaptığım ömür törpüleyen yolcuk sona erdi nihayet. Otobüs terminalinde eşyalarımızı indirirken güneş çoktan batmış karanlık çökmüştü Kocaeli’nin üstüne. Eşyalarımızı bagajdan aldık. Bizimle birlikte yolculuğu Kocaeli’ne kadar bir arkadaşın şu sözleri aklımda kaldı uzun yorucu yolculuk anılarıyla birlikte:

“ hani yemin etsek başımız ağrımaz. Ardahan’dan Kocaeli’ne tamı tamına otuz altı saat sürdü yolculuğumuz. ”

İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, Yazar)

14.12.23

Otuz Altı Saat Otobüs Yolculuğu

 



Kullanım süresini doldurmuş eski bir otobüsle başladı yolculuğumuz. Kaptan sürücümüzün becerisine söz yok; adam işinin ehliydi. Arada anlatıyordu. “Önceleri şehir içi dolmuşlarda başladım muavinliğe. Yeni bitirmiştim ilkokulu. Beş erkek üç kız çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğuyum. Çok fakirdik. Yaşıtlarım ortaokula başlarken ekonomik koşullarımızın olanaksızlığı okumamı olanaklı kılmıyordu. Sürücülük belgesi almak için ilkokul diploması yeterliydi. Ona da sahiptim…”

“Geçen yıllara paralel sürücülük öğrendim. Sürücü belgesi alma yaşına gelinde ilk işim sürücü belgesi almak olmuştu. Şoförlük sevdiğim bir meslekti Böylece uzun yol sürücülüğü kapıları açıldı meslek yaşantıma.” Sürücümüz yolculuk süresince anılarını anlatırken ikinci kaptan sorduğu bilmecelerle yolculuğumuzun sıkıcılığını bir derece azaltıyordu. Bilmeceyi doğru yanıtlayan yolculara çikolata benzeri armağanlar veriyordu.

İlginç bilmecelerden bazılarını hâlâ unutmadım: “Gökte bir cicim ismi, ülkemizde bir il ismi ve Trakya’da bir ilçe isminin birleşmesiyle oluşan İstanbul’un bir semtinin adı?” Bir başkası. “Bir vasıta ismi ve bir peygamber isminin birleşmesi ile oluşan ilimiz hangisidir… Bu yol nereye gidiyor?” Biz yolcular varacağımız illerin adlarını söylüyor. Doğru cevaba ulaşamıyorduk bir türlü. Cevaplar şöyleydi: Ay+ Van + Saray = Ayvansaray, Man + İsa = Hz. İsa. Yol gitmiyor, giden otobüstür…

Yozgat Kırıkkale arasında devam ediyordu yolculuğumuz. Bir anda top patlama sesi gibi güçlü bir sesle sarsıldık. Yüreklerimiz ağzımıza geldi. Müthiş korktuk. Gözüm kısa boylu tüy sıklet sürücümüze kaydı. Sürücümüz direksiyonun üzerine kapanmıştı. Otobüs yavaşladı sekiz on metre ileride durdu. Bembeyazdı yüzlerimiz. Ağlayan kadınlar vardı.

Otobüs durunca telaşla dışarı attık kendimizi. Ön tekerin birinden abartısız orta boy bir defter yaprağı büyüklükte bir parça kopmuştu. Ve parçası kopan lastik asfalt yolda kolayca yok olmayacak düz bir çizgi çizmişti. Taşıtın devrilmemesi şoförümüzün becerisi sayesinde önlenmişti. Hareket halindeki bir taşıtın ön tekerinin patlaması taşıtın devrilmesiyle sonuçlanır diye görüş bildirir deneyimli sürücüler. Yaşlı kadın yolcular el açıp dua ediyorlardı…

Yolculuğumuzun başlangıcı çok daha sıkıcı oldu. Yaz tatilini geçirdiğin Ağustos sonları görev yaptığım Kocaeli’ne dönerim. Her yıl yol güzergâhım Karadeniz Sahil Yoludur. Yaz sonu Artvin’den batı illerine yolcu sayısı artar. Artvin’den bilet almak kısmet olmadı. Bu kez Ardahan İstanbul otobüsüne bilet buldum.

Kocaeli’ne dönerken yağ, peynir benzeri yiyecekler götürürüz. Yiyeceklerimiz Şavşat Ardahan Karayolu kenarındaki yaylalarda idi. Eşim ve iki çocuğumla sabah erken saatlerde eşyalarımızı alıp yol kenarında vasıta beklemeye başladık. Saat 13.00’de Ardahan’dan kalkıyordu otobüsümüz. Ortalama 2500 m rakımlı yaylada vasıta beklemek Goot’yu Beklemek gibi bir şeydi. Hava soğuk hafiften yağmur çiseliyordu. Ve karayel doğduğumuza pişman ediyordu. Çocuklar ağlamamak için büyük çaba harcıyordu.

Saatler geçiyor karayolunda kuş uçmuyordu. Üç saate yakın bekledik. Sadece bir minibüs geçti. Minibüste belki yirmi yolcu vardı büyük küçük. Ellerimi havaya açtım göklerden bir ışık bekliyordum. Zamanında menzilimize varamazsak bilet yanacak, yeniden bilet bulmak için günlerce beklemek gerekirdi.

Soğuk filan hissetmiyordum. Eylül başında başlayacak seminerlere de yetişemeyecektim. Gözlerim yolda kaldı. Saat tam 12.00 oldu. Sisler arasından kırmızı bir minibüs belirdi. Ve birkaç yolcusu vardı sadece. Allah yüzümüze bakmıştı. Bir an önce otobüse yetişmemiz gereğini sürücü arkadaşa anlattım. Bir güzel insandı sürücümüz. Eşyalarımızı yerleştirip hemen hareket ettik.

Neşemiz yerine geldi. Çocuklar gülüyordu. Dünyalar benim olmuştu. Sahara Dağı’nı aştık kısa sürede. Ardahan köyleri vardır yol üzerinde. Değirmenli Köyü’nde önümüzde ova köylerinde kullanılan dört tekerli üzerine ot yüklü bir vasıta yol boyu gidiyordu. Köylü vatandaş vasıtamızın sesini duymamış olacak ki yolumuzu açmıyordu. Sürücümüz kafasını pencereden çıkarıp kuvvetlice çoban ıslığı ile yol istiyordu. Belli ki, klaksonu bozuktu. Neyse köylü arkadaş yolu açtı. Ardahan’a vardığımızda rahat bir nefes aldım. On dakika daha zamanımız vardı.

Devam edecek…

 

6.12.23

Gök Yarıldı

 



Bulutlara yakın yüce dağların eteklerinde kurulmuş bir köyde gözlerimi açmışım dünyaya. “İnsanın anavatanı çocukluğudur” denir. Çocukluk ve ilk gençliğimi yaşadığım yılar yoklukların can acıtıcı zamanlardı. Şöyle ki köylerde elektriğin esamisi okunmazdı. Ulaşım araçları dünyamıza girmemişti. Yine de şen ve mutluyduk. Coşkuyla oynardık oyunlarımızı. Okuduğumuz ders kitapları ve öğretmenlerimizin anlatılarıyla geleceğe sonsuz güvenle bakardık. Ülkemizin hızla kalkınacağına inanır ve tüten fabrika bacalarının yurdun her tarafına yayılacağına inanırdık.

Köy okuluna sevinçle gider, geniş okul bahçesinde doya doya oynardık. Kış mevsimi severek yaşadığımız bir mevsimdi. Her çocuğun bir kızağı vardı. Kar yağıyor, hava açık hiç fark etmezdi biz çocuklar için. Okuldan zaman buldukça kızak kaymak en büyük zevkimizdi. Kışın başlangıcı Kasım ayının ortalarıydı. Kar bir yağdığında doğa beyaz kürküne bürünür, kürkünü ancak Nisan ortalarında çıkarırdı.

İlkbaharın gelmesiyle yeşeren çayırlar yeşillik denizini andırırdı. Gün gün havalar ısınır. Kır ve çayırlarda koyun, kuzu melemeleri kuşların sesine karışırdı. Ağaçlar tomurcuklanır daha sonra renk renk çiçeklerle bahçelerimizi süslerdi. Mayısta ılık havalarda yağan yağmurlar canlanan doğanın daha da şenlenmesini sağlardı. Deli dolu yağmurlar yağmazdı.

Yaz mevsimi özellikle sonbaharı ne çok severdik. Yaz aylarında yaylalarımızın doruklarından doğup vadilerde gürleşen çayda çimmek en büyük zevkimizdi. Uzun çobanlık günlerimiz sıkıcı olsa bile yine de şendik. Sonbaharda tüm güzelliğiyle gelirdi. Meyve ağaçları ve yayvan yapraklı ağaçlar gökkuşağı renkleriyle bezenirdi sararan yapraklarıyla. Okullar açılır kitaplarımıza, öğretmenlerimize kavuşur çobanlık görevlerimizden azat olurduk.

Aradan çeyrek yüz yıl üzerine biraz daha fazla zaman geçti. Mevsimlerin gelişi normal özelliklerini kaybetti geçen yıllar içinde. Eski yıllarda hemen hemen her mevsimde yağmurlar yağardı. Yağmurların yağış hızı büyüyen özellikle mısır ve fasulye benzeri ürünlere zarar vermezdi. Şimdilerde bazı günler kış ortası gibi her tarafı sisler bürüyor hızlı hızlı yağan yağmurlarla.

Bazı yaz aylarında, “yer demir gök bakır” gökten bir damla bile yağmur düşmüyor. Güneşin kavurucu sıcakları yemyeşil çayırları boz kırlara dönüştürüyor. Bazen de yaz ortasında görülmemiş rüzgârlar esiyor. Ve abartı değil ceviz iriliğinde dolu yağıyor. Mısır, fasulye, biber benzeri ürünleri yerle bir oluyor.

Ağustos ortalarıydı. Komşumuz eşiyle beraber bir gün önce biçtiği çayırlardaki çimenleri topluyordu. Çayırlar evimizden yarım saat uzaktadır. O gün köyümüzde cenaze vardı. Kardeşimle ikindide kaldırılacağını duyduğumuz cenaze merasimine katılmak için cenaze evine gittik. Giderken komşumuzu da aldık arabaya çimenlerini topladığı çayırından. Yol zaten çayırın yakınından geçer. Yenge çayırın başında kaldı.

Hava bulutluydu. Gökyüzünde kara kara bulutlar birbirlerine karışıyordu. Yağmur bekleniyordu her an. Cenaze defnedildi. Çabucak geri döndük. Komşumuz eşinin yanında kaldı. Yağmurun başlaması an meselesiydi. Yengeye bizimle eve dönmesini söyledi komşu amca. Yenge kabul etmedi.

Eve döndük fazla zaman geçmedi her tarafı kesif bir duman sardı. Rüzgâr çıktı. Göz açıp kapayıncaya kadar süre geçmeden yağmur şiddetini artırdı. Rüzgâr fırtına şeklini aldı. Görüş mesafesi diye bir şey kalmadı. Gökten kovanlarla su dökülüyordu adeta. Gök yarıldı… Evimizin hemen ilerisindeki derecik coştu koskoca bir çaya dönüştü.

Derenin bir tarafı çam ormanı diğer yüzü meyve ağaçlarıyla çevrilidir oysaki. Ağaçlar yağmurun hızını kesemedi. İlk kez evimizin önünde bir sel oluştu. Yağmur üççeyrek saat kadar sürdü. Nihayet hızını kaybetti ve sakinleşti. Böylesi şiddetli yağmura ilk kez karşılaştık yaşadığım yıllar içinde.

Biraz sonra komşu amcayı gördük evlerin ilerisindeki çayırda. Yengeyi sekiz on yaşındaki çocuk gibi arkasına yüklenmiş sallana sallana ve yavaş yavaş evine dönüyordu. Hemen amcamızı karşıladık. Kardeşimle yengeyi koltuklayıp doğruca bizim eve getirdik. Yengemin elbiselerinde kuru iplik kalmamıştı. Sobayı canlandırdık. Eşim yengenin vücuduna yapışan elbiselerini zor bela çıkarıp kuru elbiselerle değiştirdi. Yengemiz hafif sıklet bir kadındır. Elli kilo ya var ya yoktur. Isındı amcamız da. Yüzü gülmeye başladı. Sırada şaka yapmak vardı. Amcaya, “Şanslı bir adamsın(!) Eğer yenge yetmiş, seksen kilolu bir kadın olsaydı ıslak elbiseleriyle daha da ağırlaşırdı. Nasıl taşırdın sırtınla.” Gülüştürdük…

Hemen hemen her yıl yaz aylarında eski yıllarda görülmedik şiddette yağmurlar, arada da dolu yağıyor. İklim değişikliği bu olsa gerek. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda enflasyon, iklim değişikliği sözlerini hiç duymazdım. Şimdi bu iki hayırsız olguları her yıl sık sık duyuyor ve somut olarak yaşıyoruz maalesef. Etme bulma dünyası; rüzgar eken fırtına biçer. Bizde ektiklerimizin meyvesini biçiyoruz acı acı.

İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, Yazar)