14.3.24

İslamofobi Siyonist Bir Duruştur

 



BM Genel kurulunda İslam İşbirliği teşkilatı adına Türkiye ve Pakistan’ın girişimiyle kabul edilen 15 MART ULUSLARARASI İSLAMOFOBİYLE MÜCADELE GÜNÜ’nün ardından bir yıl geçti.

İslam dinine ve Müslümanlara karşı bir akım haline gelen ve İslam korkusu olarak tanımlanan İslamofobi giderek İslam karşıtlığı ve İslam nefretine dönüştürülerek küresel düzeyde dünyayı tehdit eden bir hastalık haline gelmiştir.

ABD’deki 11 Eylül 2001 olaylarının ardından İslam’ın bir şiddet ve terör dini olduğu Müslümanların da eli kanlı birer terörist olduğu şeklinde bir algı yaratıldı. Tarihçi David Miller bu algının Siyonist aydınlar tarafından icat edildiğini ifade eder. Terörizmin özellikle bir Müslüman biçimi olduğu ve Müslümanların terörizme yatkın olduğu algısı başta Batılı aydınlar olmak üzere tüm dünya kamuoyuna, görsel ve işitsel tüm iletişim kanallarıyla servis edildi ve edilmeye de devam ediyor.

Siyonist İslamofobi projesi ABD başta olmak üzere Batı’lı ülkelerin iç ve dış politikalarında kullanılan ‘ayrımcılık ve ötekileştirme’ stratejilerinin zeminini oluşturmuştur. Dışlanma ve ayrımcılık, Batı Dünyasında yaşayan Müslümanların gündelik yaşamını son derece olumsuz etkilemektedir. Şiddete uğrayış ve kamusal haklardan yararlanamama sorunu özellikle Batı Avrupa’da iç barışı tehdit eden önemli bir sorun haline gelmiştir.

Biden, Macron ve Wilders’in başını çektiği Siyonist aktörler, İslamofobik dalgayı körükleyerek dünya ve ülkelerindeki Müslümanları yok saymıştır. Siyonist efendilerinden ödül bekleyen bu kör siyasiler şunu iyi bilsinler ki;

İslamiyet, Avrupa’nın da Dünya’nın da bir gerçeğidir. Üstelik Batı Medeniyetinin geldiği nokta itibariyle tıkanan boyutuna, özellikle aile ve değer düşmanı yozlaşma ve zehirlenmelere karşı İslam, alternatif yaşam modeli sunabilme potansiyeline sahip güçlü bir birikime sahiptir.

Bugün İslamofobi’nin uğursuz yüzünü bütün çıplaklığıyla Filistin’de görüyoruz. Bu yüzde Batı’nın tüm çelişki ve ikiyüzlülüğü güneş gibi parlıyor. ABD ve Batılılar muazzam askeri güçlerini, milyonlarca insanı haritadan silecek katliamcı Siyonistlerin emrine vererek kan içen vampirlerle özdeşleştiler. Böylesi bir büyük insanlık faciasına imza atarak Batı Dünyasının haklı övüncünü teşkil eden demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi medeni kavramları yok saydılar.

Öte yandan İslam dünyasının ivedi bir biçimde imaj restorasyonuna ihtiyaç duyduğu yadsınmaz bir gerçektir. Sadece mazeret ve slogan üretmemeliyiz. Gerekçesi ne olursa olsun teröre, kaba kuvvete mesafeli olmalıyız. Kadına ikinci sınıf muamele ve şiddetin zerresine bile geçit vermeyen bir duruşu tavizsiz sergilemeliyiz. Fikir hürriyetine daha çok ağırlık verelim. Cehalete, nobranlığa ve bencilliğe karşı kararlı bir tavrı kuvveden fiile geçirelim.

Geçmişte yüz binlerin Haçlı yürüyüşüne göğüs gerdik. Bu günde Müslümanlar bünyelerinden yeni Kılıçarslan’lar, Selahattin’ler Fatih’ler çıkaracak güçtedir. İki milyar iki yüz milyonu geçmiş genç nüfusuyla İslam Dünyası, bugün belki çalkalanıyor ancak sevgi yolu Hz. Peygamber yolunun daima yolcusu olmuş ve olmaya da devam edecektir.

İslamophilia ve İslamolove daima nefrete galip gelecektir.

Ahmet MERAL, (Eğitimci, Tarihçi, Yazar)

 


11.3.24

Çok Yazık

 



Çocukken nasıl, kimden öğrendiğimi yetesiye ansımıyorum kumbara nedir, neye yarar diye? Evimiz köye yürüme üççeyrek saat uzaktı. Annemle köy merkezine öğretmen dayımları gitmiştik. Dayımın evi bizim evimize göre çok daha düzgün, pırıl pırıldı. Odanın birinde, köşedeki masanın üzerinde tıpkı tavşan gibi bir oyuncak vardı. Utanarak tavşanı elime alıp sağa sola hareket ettirince tavşanın içinden madeni olduğu anlaşılan tıngırtılar geldi.

Dayım, oyuncak zannettiğim tavşanın kumbara olduğunu ve kumbaranın işlevini anlattı. Köy çocuğu utanmak ruhuma işlemiş. Anavatanım çocukluk yıllarımda çocukların büyüklerin yanında soru sorulmadan konuşması ayıplanırdı. Kumbarayı çok sevdim. Öyle güzel bir kumbaram olmasını ne kadar çok istedim iç sesimle. Dayımın o harikulade oyuncağı isteyecek cesaretim yoktu. Kendi çocukları vardı. Kumbaraya onlarındı.

Eve dönerken anneme bana kumbara almasını, bulmasını istedim. Annem edindiği lastik ayakkabıcıların yapıştırıcılarının konduğu tenekeden küçücük bir solüsyon kutucuğun kapağını delerek bana kumbara yaptı. Kumbaraya para atma işlevini de yine annem öğretti. Evimizi ziyaret eden misafirlerin önüne koyardım kumbaramı. Biriken paraları elbette anneme veriyordum.

Kumbara bir tasarruf aracıydı ülkemizde. Okula başladığım yıllarda benim gibi arkadaşlarımın da kumbarası vardı. İlerleyen yıllarda bazı bankaların müşterilerine gayet süslü kumbaralar verdiği bilinir. Böylece çocukların ellerine geçen paraları kolayca çarçur edip harcamalarından öte kumbaralarında biriktirip daha sonra bu paraları gerekli yerlere kullanmaları teşvik edilirdi. Bizler tutumlu olmanın pratiğini yaşayarak öğrendik.

Tutumlu olmak eğitimi sadece kumbarada para biriktirmekle edinilmez elbet. Evde anne-baba, okulda öğretmenlerimiz eşyalarımızı dikkatli kullanmayı salık verirlerdi. Öğretmenimiz malımızı, eşyalarımızı, güç ve kuvvetimizi ve de zamanımızı gelişi güzel değil yerli yerinde kullanmaya tutumlu olmak diye sık sık hatırlatırdı. Kitaplarımızı özenle kullanır çimento kâğıtlarıyla kaplardık. Ve bir üst sınıfa geçince kitaplarımızı arkadaşlara pazarlardık.

Ekonomik koşullar bizi tutumlu olmaya zorlardı. Köy çocukları olarak birbirilerimizden farkımız yoktu. İlkokul ve ortaokul yıllarında abartısız lastik ayakkabı giyerdik. Ve tek bir pantolon ve de ceketimiz vardı. İki takım elbisesi olan yoktu dersem abartı değil.

Altmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda kırsal kesimde yaşantı üç aşağı beş yukarı betimlemeye çalıştığım gibiydi. Yoksulluğun da zorunlu kıldığı nedenle halkımız tutumlu yaşamayı benimsemişti.

Daha sonra köyler kısa sürede boşaldı. Göçler başladı. Ulus olarak Orta Asya’dan başlayan göçler sonucu bir türlü yetesiye yerleşik hayata geçemedik. Geçim sıkıntısı, şehrin büyüsü… insanımızı köylerden kopardı. Büyük kentler bile göçü kesmedi. Avrupa, Amerika, ta Avusturalya’ya gidenlerimiz oldu. Ve her şey bozuldu yıl yıl.

Benim de 6 yıllık Almanya’da bakanlık öğretmeni olarak çalışmamda göçlerin etkisi oldu elbet. Göçmen işçilerimizin çocuklarına öğretmenlik yaptım. Yurtdışında çalışan öğretmenlerin bir misyonu da çalıştıkları kalkınmış ülkelerde gözlemledikleri olumlu olay ve durumları geri döndüklerinde meslektaşlarına ve yurttaşlarına paylaşmaktır. Bu bağlamda üzgün olduğumu belirtmeliyim. Almanların gittikleri yönün tamamen zıt yönde ilerliyoruz yaklaşımım yanlış anlaşılmasın. Örnekleyeyim:

Yeni bir seçimin arifesindeyiz. İki gün önce ikamet ettiğim Derince ’den İzmit’in doğusunda Şehir Hastahanesine halk otobüs ile bir saat gidiş, bir saat dönüş yolculuğu yaptım. Yolun her iki yakasında ilan tahtaları, binaların yoldan gözüken cepheleri, daha başka kısımlar boy boy partilerimiz afişleriyle süslenmiş (!) Partilerimizce kiralanmış taşıtlar, adayların fotoğraflarıyla bezeli şehirlerde tur atıyorlar. Parti binaları parti amblemli bayraklarla donatılmıştı…

Almanya’da çalıştığım 6 yıl boyunca seçimlere tanık oldum. Ülkemizdeki kocaman ilan tahtalarına yerleştirilen fotoğrafların çeyreğinin çeyreği büyüklüğünde Alman siyasilerinin fotoğraflı reklamlarından büyük ebatla ilan görmedim. İstanbul’u görmüştüm bir önceki mahalli seçim öncesi. Kentin her köşesini adayların fotoğrafları ve yazılı pankartlarla doluydu. Aynı çılgın uygulama yurt tüm sathında sürdürülüyor.

Balık baştan kokar. Ülkemizde israf aldı başını gidiyor. Ya makam araçlarına ne demeli? Ülkemizdeki makam araçları adedi İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya gibi kalkınmış ülkelerdeki makam araçlarının adedinden katlarca fazla.

Arama motoruna baktım, Almanya’da kişi başına düşen milli gelir: 46. 182 Dolar, İtalya’da: 33.300 Dolar… Türkiye’de 10.655 Dolar. Evet, kalkınmış ülkeler bunlar. Örneğin bir Alman yurttaşı bir Türk yurttaşından düz hesap dört kez varlıklı.

Demek ki, yaşayışımızda bir sıkıntı var. Nedir sıkıntı? Aşırı tüketim toplumu olduk. Bir Alman yurttaşının evinde hangi, beyaz eşya, kapısının önünde arabası varsa bizde de var çoğunlukta. Artı bizdeki makam araçları, yöneticilerimizin çalışma odalarının lüksü batıda yok. Bizim hesapsızca, bol keseden çılgınca harcama yapma lüksümüz olmamalı.

Ezcümle enflasyon kontrol edilemiyorsa, on bin lira ile yaşamak zorunda kalan emeklilerin ücretlerini iyileştirmeye kaynak bulamıyorsa bir an önce seçimlere harcanan kaynakları en aza evet en aza indirmek, makam aracı sayılarını Avrupa ülkeleri seviyesinin de altına düşürmek yaşamımızın olmazsa olmazları arasına katmak zorundayız. Ve ülkede tutumlu olma seferberliği ilan edip başta atanan ve seçilen yöneticilerimiz olmak kaydıyla ve tüm halkımızca tutumlu, üretici olma anlayışını içselleştirmeliyiz. Bu güzel topraklarda ölçülü yaşamayı beceremediğimiz oranda her şey için çok yazık…

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)


7.3.24

Mektup ve Kültür Üzerine Sohbet

 


        MEKTUP VE KÜLTÜR ÜZERİNE  

Ataç, “Her yazı, yazarının okuyucusuna mektubudur.” derdi. Her yazının ne derece mektup özelliği taşıdığı tartışılır elbet. Bence sohbet yazısı mektup havası taşıyabilir; eh biraz da mektup tadı verebilir.

Mektubun birçok çeşidi vardır. Burada yalnız klâsik olarak niteleyebileceğimiz, bazılarının klişeleşmiş, kalıplaşmış mektuplar diyerek önemsemediği mektup türünden söz edeceğim. Söz etmezsem olmaz; çünkü bu tür mektupları okuyan ve yazan kaç kişi kaldık.

On - on bir yaşlarındayken, köyümüzdeki halalarımıza gelen mektupları okur. Sonra da cevaplarını yazardık. Bir halanın gurbetçisinden gelen mektubu, bir yengenin asker eşinden gelen mektubu, bir ablanın yavuklusundan gelen mektubu, bu konulara vakıf olmayanlar tarafından hep aynı gibi, klişeleşmiş /kalıplaşmış gibi görünürse de öyle değil. Her mektubun kendine göre havası, hatta kendine göre kokuları vardı ki bu kokuları yalnız muhatapları hissederdi. Anlaşılacak gibi olmamakla birlikte diyebiliriz ki aynı tür kâğıtların sertlik ve yumuşaklıkları, incelik ve kalınlıkları da kendilerine göre algılanırdı yengeler ve ablalar tarafından. Kâğıt değil mübarek dersin ki kadife veya ipek. Bu mektuplar koyunlarından çıkartılarak bana okutturulurdu.

Mektuplar sevgili, kıymetli, değerli, muhterem vb. kelimelerle başlar ve gönderilene isim ya da yakınlık derecesi yazılırdı. Sevgili Ağabeyim, Kıymetli Kardeşim, Değerli Babacığım ve Annecim vb. Bazen bu sıfatlar pekiştirilirdi; baldan tatlı, çok değerli vb. gibi. Demek ki    insanın DEĞERİ VE ÖNEMİ vurgulanarak başlanırdı. Yani “insan eşref-i mahlûkat / varlıkların en şereflisi” olmak hatırlanır ve hatırlatılmış olurdu. İnsan muhataplarına değer verdiği ölçüde değerlenir. Bunun tersi de doğrudur, insanı alaya alan, ona yakışıksız sıfatlar yükleyen kişiler aslında kendi onurlarını yok ettiklerinin farkına varamazlar...

Mektuplar evvelâ selâmla başlardı. Muhataba göre değişiklik olabilirdi bu bölümlerde: Evvelâ üzerime farz olan selâmlarımı gönderir... Bu ifadelerin yani selâmlaşmanın insanı onurlu, kıymetli kabul etmenin hemen sonrasında gelmesine ne denir?

Peygamber (sav) Efendimiz: “Ben size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” buyurmuşlardır. (Müslim) “Selâmun aleyküm” veya “Es-selâmu aleyküm” diye selâm veren kimse, selâm verdiği Zat’a: “Ben Müslümanım, benden sana zarar gelmez. Barış, huzur ve esenliğin sizin üzerinizde olmasını yüce Allah’tan niyaz ederim.” demiş olur. Bu şekilde ki selâm şekli bir Müslümana yapılmış duadır. Selâm vermek sünnet, almak farz olmasına rağmen, bir farzın işlenmesine sebep olunduğu için selâm vermek almaktan daha hayırlıdır. Bir de; kişi selâm beklemeden selâm verdiğinden tevazu kazanmakta ve böylece mütevazı olmanın Allah katındaki mükâfatını kazanmaktadır.

Benim halam, benim yengem selam vermeyi de farz kabul ediyor ve devam ediyor: Evvelâ üzerime farz olan selâmlarımı gönderir o mübarek ellerinden öperim. Görüyor musunuz “mübarek / kutsal” diyor.  Muhataba, insanın manevi değerini ve daha ilk cümlesinde bereketli, verimli, kutsal emeğini hatırlatmıyor mu? Yani maneviyatla maddiyatı birleştirmeyi düşündürmüyor mu? 

Nasılsınız? İnşallah iyisiniz. İyi olmanızı Yüce Rabbimizden dilerim. Bu cümleyle ilgili görüşümüzü bildirelim. Muhatabına nasıl olduğu soruluyor. Bu boş bir soru değil. Size yardıma hazırım. Rabbimizin buyurduğu gibi üzerime düşeni sözlü veya fiili olarak yapmaya çalışırım, anlamını yükleniyor. İyilik kelimesini vurgulayarak olumlu yönden yaklaşıyor. Sanki 40 yıl psikoloji okumuşlar. Peki, bugün? Nassın? He he, Allah versin...

Benden soracak olursan, hamd olsun iyiyim.     Bakın kendini sonraya bırakıyor. İşte alçakgönüllüğü. Hamd ederek Allah’a (cc) teşekkür ediyor. Aynı zamanda muhatabına Allah senden razı olsun duasını iletmiş oluyor.

Mektubunda, o işin nasıl olması mevzuunda fikrimizi sordunuz... Estağfurullah. Tabii, sen bilirsin ama şöyle yapsan daha münasip olmaz mı? Baksanıza esteğfurullah diyerek incelik göstermeye, alçakgönüllüğü pekiştirmeye çalışılıyor. Nasıl olması gerektiğini de “Şöyle yapsan daha münasip olmaz mı?” diyerek anlatmak istiyor.  Emir / BUYRUK CÜMLESİ KULLANILMAMASINDAN günümüz insanları hiç ders almadılar galiba.

Varsa haberler veriliyor. Tabii olumluları. Sonra tekrar selamlara geçiliyor. Gelen mektuplardaki selâmlar ilginç: Ev halkına büyükten küçüğe ayrı ayrı selam edilip hal hatırları sorulduktan sonra en dışındakilere sıra gelir. Komşumuz Ahmet Dede nasıldır mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim. Akrabamız Fatma Beykanaya mahsusen selâm ederim. Hayırlı dualarını beklerim. (A – Z)’e selâm ederim. Hayırlı dualarını beklerim.

Bakınız yazımızın bu kısmında ilk kez bir itirafta bulunacağım. Ve bu anda anlatamayacağım duygulara kapılmış olarak kendimi kınayacağım: Öğretmenlik yıllarımda ortaokullar için Bakanlığımızın da kabul ettiği ek okuma kitapları vardı. O kitapta bu tür mektupları bulup öğrencilerime okuturdum. İşte o sırada ancak şimdilerde fak ettiğim bir hata yaptım. Allah (cc) beni affetsin. Selamları ortak paranteze aldırdım: Ahmet Dedede’ye, Fatma Beykanaya, Ebe Nineye, Değirmenci Dayıya, Yusuf Efendiye, Recep Efendiye vb. mahsusen selâm ederim. Hayır, dualarını beklerim.  Mantıken doğru. Öyle ya... İş öyle değilmiş meğer. Mektup gelince sadece muhatap değil diğer komşular da merak eder. Nasılmış yeğenimiz? Ne edermiş? diyen komşular da dinlerdi mektup okuyanı. Kendilerine mahsusen / özellikle selâm gönderilmesi ayrıca onurlandırırdı onları. Bu kadar basit bir şeyi akıl edemeyip ortak paranteze alıp her birini sıradanlaştırmışım. Doğrusu hiç beklemezdim bunu kendimden. Bu durumu whatsapp icat edilince anladım. En yakınım whatsapp’ta topuna bir mesaj atıyor. Böylelerine ben cevap vermiyorum. Sonra sitem de ediyor. Be mübarek sen benim yaşımda değilsin; ancak yetiştiğimiz kültürün içinden geliyorsun; bari sen böyle yapma...

Mektup sonunda yazılan tekerlemeler, maniler de ayrı konu edilecek türden:

E mektubum gitta gel/ İyi haberler al da gel! Kestane kebap/ acele cevap. Evde bebek ya da çocuk varsa onun parmakları çizgisi.  Peki, atasözlerimizden, manilerimizden, bilmece ve bulmacalarımızdan; ninnilerimizden, ağıtlarımızdan, destanlarımızdan vb. ne kaldı?

Sabahattin Hocam bu yazdıkların hiçbir mektup yazanın hatırına bile gelmediğine eminiz. Sabahattin hocam, kusura bakma ama uyduruyorsun vb. diyenler olur mu bilemem. Ama ne olur ne olmaz deyip bir cevap vereyim: Doğrusu tahmin ettiğiniz gibi benim yorumlarımın hiçbiri onların aklına gelmedi. Çünkü onlar bunu köklerimizden beri yaşamışlardır. Onlar için kültürdür bu. İşte kültür biraz da bu. KÜLTÜR YAŞAMDIR.

Bakınız bir mektupta bile şimdiki birçok kalın malın kitaplardakilerden daha çok kültür öğesi var. Peki, ne oldu bize. Nereden nereye diye yazmak istemiyorum. Ben şöyle yazayım:

“ Ne oldu bana bilemem, kendimi unuttum

“Ben eski hâlimle daha mesuttum”

Kaynak: LyricFind, Besteciler: Orhan Gencebay

Anlıyorum. Hocamız yine kafa karıştırıyor. Biz bu tür mektuplardan bir şey anlayamadık. Bir mektuptan, bir kafadan, bir burdan bir şurdan vb. diyorsunuz. Gerçekten öyle mi diyorsunuz? Unutmayın ben mektup yazmıyorum. Mektup türü üzerine bir sohbet yazıyorum. Hem öyle böyle değil ha. Açık uçlu bir sohbet.

Değerli okuyucum, sevgili arkadaşım bu sohbetteki açık uçların hangi birine dokunursanız sizi alır götürür. Hem de sizi, bir makale yazmadan bırakmaz. Örneğin bir insanda maddi ve manevi yönlerin olması üzerine söylediklerimle ilgili neler söylenmiş neler. Bilgi ve gönül kanatlarından söz etmedik mi? Sorunumuz burada. Nedense bizi yönetenler ya maneviyata önem vermedi. Ya da önem verir gibi yaptı sadece.

Ne diyordu Fikret?

Bir devr-i şe’âmet: Yine çiğnendi yeminler;

çiğnendi, yazık, milletin ümmîd-i bülendi.

Kânun diye, topraklara sürtüldü cebinler;

kânun diye, kânun diye, kânun tepelendi...

Bîhûde figanlar yine, bihûde enînler!

Tevfik Fikret ( 1867 - 1915 )

Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri, S. 38-40

 

Peki, ya şimdi? Yeminler çiğnenmedi mi? Çağdaşlama umutlarımız / ümmîd-i bülendiz ? Cebinler? Evet, alnımız yere eğik değil miyiz, korkak ve cesaretsiz değil miyiz? Evet, Anayasal haklarımız hakkında gıkımızı çıkartabiliyor muyuz? Tabii ki hukuk da tepelenir, eğitim de, her şey de...

Yanlış anlaşılmasın Tevfik Fikret’ten alıntı yaptım yapmasına ama ben onun kadar karamsar değilim. İnlemenin, ağlamanın, figanların, yakınmaların boşuna olduğunu söyleyecek değilim. Bu yüce milletin ümid-i bülendinin öyle kolay kolay yıkılacağını da sanmıyorum. Yeter ki azıcık bilinçli olalım. Kutsallarımızı istismar edenlere, onurumuzla alay edenlere, bizi sömürme çabası içinde olanlara, bizi içten yıkmak isteyenlere vb. hiç olmazsa yüz vermeyelim.

Hocam ne yapıyorsun? Bütün açık uçları siz mi dolduracaksınız. Hayır, olur mu öyle. Diğer açık uçları siz doldurun tabii. Örneğin benim mektup yazdığım veya benim yaştakilerin mektup yazdığı köylerdeki kültür durumu nasıl? Oğlum Fuat’a sordum. “O anlattıklarınızdan eser yok şimd.” dedi. Üzüldüm tabii bilmem siz ne dersiniz? Kültür olmazsa?

Atatürk diyor ki: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyetinin okullarında birçok vesilelerle eser halinde tesbit edilmiştir. Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. 1936 (Afet İnan, Atatürk Hakkında H.B., S. 261-62)

Yine kısa yazamadım. Kendimi henüz toparlayamadım; aklıma geldiği gibi yazıyorum işte. Ne demiş biri “Uzun sözü kısa dinleyin.” Ben deniz de “Uzun yazıyı -araya başka bir şey sokmadan- taksit taksit okuyunuz.” diyorum.

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy – İstanbul, 07. 03. 2024

 

28.2.24

Simit

 

Sabahattin Gencal
Kadıköy - 27. 02. 2024

         Kadıköy’de simit yemek bir başka oluyor canım. 27 Şubat 2024’te Kadıköy sahili kenarında, denizdeki martıları, karadaki güvercinleri ve havadaki kargaları seyrederken; üstelik bankta otururken simidin lezzeti bir o kadar daha artıyor. Nerdeyse İzmit simidinin lezzetini bulacak. Sanırsın ki mübareğin fiyatıyla doğru orantılı olarak lezzeti de artmakta. Çaysız da olsa bir ziyafet çektim kendime. Aslında lokantaya gidecek kadar param pulum vardı, hamd olsun. Emekli de para olmaz mı? Ama bende lokanta fobisi var. Yoksa...

Şimdi bazı okurlarım emekli kelimesinin geçtiği cümle sonundaki soru işaretinin parantez içine alınıp alınmadığına bakıyor. Yanına da ünlem işaretinin konup konmadığına. Hiç sağa sola bakılmasın dosdoğru yazıyorum. Çünkü biz eski emekliyiz. Yok birbirimizden farkımız, demesin kimse. Bakın anlatayım eski emeklileri.

1992’deki emekli ikramiyesiyle, Ümraniye merkezinde aldığım üç artı bir dairenin yarı tutarını ödemiştim. Şimdilerde emekli ikramiyesiyle...

“Lokanta fobisi” ifadesine kafası takılanlar için bir anımı anlatayım mı, anlatmayayım mı? Anılarını tekrar tekrar anlatanlara “ihtiyar” diyorlar. Gerçi bizde de ihtiyarlık belirtileri yavaş yavaş başlıyor. Peki, anlatayım:

Yaş 13, şimdi 81 yaşında olduğuma göre kaç yıl öncesini anlattığımı siz hesaplayın. Erzurum’daki Pulur İlköğretmen Okulu’nu (Pulur adı sonradan Yavuz Selim Olarak değiştirildi.) Leyli (yatılı) öğrenci olarak kazandım. Okulların açılma vakti. Dernekpazarı’ndan yalnız olarak çıktım yola. Allah (cc) hepimizi kayıra. Trabzon’un meşhur Çömlekçi semtindeki en güzel otele yerleştim. Ertesi sabah gideceğiz Erzurum’a doğru. Bu süre içinde gezelim, görebileceğimiz yerleri görelim, dedik.

Limanın kenarında büyük büyük buğday siloları. Amerika’dan gelen ve bir partinin propagandasına konu olan silolar. Meydanda meşrubatçılar, simitçiler, şunlar bunlar. Şen kahkahalar, sanırsın ki mesut insanlar. Sanırsın kelimesini yazmamalıydım. Gerçekten semt canlı bir organizma gibiydi. Yani şimdilerdeki loküs yerler gibi cansız değildi. Tabii lokantalar da var. 3. Sınıf lokantalar var. Biraz ilerliyorsun 2. Sınıf. Çömlekçiden çıkıyorsun birinci sınıf lokantalar. Kendi kendime şöyle düşündüm: Okulda birinci sınıftan üstündür 2. Sınıf, onlardan da üstündür 3. Sınıf. Demek ki en iyisi 3. Sınıf. Ya, kırk yılda bir gelmişiz güzel Trabzon’a, onun için üçüncü sınıf lokantaya girelim. Yedik içtik elhamdülillah. Ama kasada ödediğim 375 kuruş aklımdan çıkmaz oldu. Bundan sonra birinci sınıfa gideceğim, dedim kendi kendime.

Akşam oldu olacak. Derken Çaykaralı bir ben daha gördüm. Hemen arkadaş olduk. O benden daha akıllı, benden daha becerikli, benden daha tutumlu... Dedi ki üzüm ekmek alalım ve deniz kenarında yiyelim. Neyse aldık. O, üzümleri yıkadı. Salkımından ağza güzel oluyor. Hem o zamanlar Trabzon ekmeği meşhurdu, gerçi şimdi de meşhur; ama o zamanların tadı. Limanın bir kenarında masamız da, sandalyemiz de taşlar olan bir yerde gazete kâğıdı da sini. Yedik üzümlerin hepsini. Oh afiyet olsun. Böyle 70 kuruşa doymak varken. Arkadaşım daha neşeliydi. Biraz tutumlu olduğundan herhalde birinci sınıf lokantaya gitmişti. Söylemedi tabii. Ben de seneler seneler sonra söyledim, söylüyorum... Şimdilerde lokantalarda sınıf yazmıyor gerçi. Ama yıldız işareti var galiba. Sonra sonra belediyelin açtıkları... Bir lokanta fobisi işte böyle oluştu. Fena da olmadı hani şimdi lokantaya gitsem üç günde maaşım...

Kadıköy’ü anlatacak yerde gördünüz mü nereye gittim.

Kadıköy’ü 1971’den beri tanırım. Tuzla Yedek Subay Okulundaydık. Cumartesi pazarlar Kadıköy’e damlardık. Ben evli parklı, akıllı, usluydum. Gençlerimiz ise ta ileri giderlerdi. Beyoğlu, Taksim derken adım atmadıkları yer kalmazdı. Gerçi ben de karşıları çok gezdim. Ancak çok kere Pendik ve Kadıköy arasıydı durak yerlerim.  Bir gün havada bulut vardı, sonra çise derken yağmur. Ben de zorunlu olarak girdim lokantaya. Ağır ağır, aheste aheste yemek yerken bir arkadaşım görüldü kapıda; davet ettim. Masama oturmadan şöyle dedi. “Bak, ben seni satarım, darılmaca yok.” Yok, dedim oturdu. Ben alıştım buna. Beni tanıyanlar ve sevenler, ikide bir seni satarım, derler ve beni yalnız bırakıp giderlerdi. Nitekim arkadaş da çok kalmadı. Giderken de, ısrarlarıma rağmen hesabı ödedi.

Bir simit ne çağrışımlar yaptırıyor, değil mi? Bu yazdıklarım bir şey değil. Simitle çay “mihenk taşı” gibi mübarek Bir zamanlar yoksulluk sınırı, asgari ücret tutarı meydanlarda bu hesaplarla ölçülürdü. Şimdi de ölçülebiliyor mu? Yalnız şu kadarını söyleyeyim TÜİK dedikleri neyse, o simit kadar olamıyor. Ah simit hesap işlerinde de fukaradan yana.

Uzun zaman sonra, doktora gitmek dolayısıyla da olsa Kadıköy’e indin. Anlatacağın simit miydi, diyenler olur belki. Ama neylersin ki artık bu ayaklar beni gezdirmiyor. Birkaç sene önceleri böyle miydim? Gitmediğim kitabevi kalmazdı. Görmediğim sergi, incelemediğim pazar yeri... Yine de şükrediyorum.

Simit yerken hiç aklıma gelmemişti. Günah mı ettim acaba? Öyle ya, simit alabilen var, alamayan var. Onların önünde. Sonra her vapura binişlerde martılara attığımız simitler. Şimdi yanımıza kadar geldiler de atmadık. Bazen düşünemiyor insan. İnsan dedim de aklıma geldi. İnsanlara da bir nazar ettim:

Derin bir sessizlik var. Hani derler ya fırtınadan önce bir sessizlik. Allah göstermesin. Allah devletimizi milletimizi korusun; simide muhtaç etmesin.

 

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy – İstanbul, 28. 02. 2024

 


25.2.24

Altmışlarda Ortaokul Yılları

 


Altmışlarda Ortaokul Yılları

Bir vadinin müsaade ettiği; yükseltilerin eteklerinde kurulan küçücük ilçemizde orta dereceli okul olarak tek bir ortaokulumuz vardı. İlçe ve ilçeye bağlı köylerinin öğrencilerinin eğitime atılmak için açılan kutlu kapıydı ortaokulumuz. Köy çocukları, en az iki, azami altı öğrenci ilçede bir oda kiralayarak barınma sorununu çözerdik. Öğrencilerin birisinin ninesi ya da annesi öğrencilerin yemek ve temizliğini yapardı. Cumartesi öğle paydosunda genelde öğrenciler köylerine gider. Bir geceyi ailesiyle geçirip Pazar günü öğleden sonra ilçeye yürüyerek dönerdi.

Çok sıkı disiplin altındaydık. Örneğin güneş battıktan sonra öğrencilerin sokağa çıkması kesinlikle yasaktı. Okul kurallarından istemeyerek azıcık da olsa sapmak hiç hoş karşılanmaz; suç işlendiğinde ise çeşitli cezalar uygulanırdı. Şapkasız sokaklarda dolaşmak kesinlikte yasaktı. Bayrak törenlerine şapkasız katılmak olanaklı değildi. Okulda sadece A şubelerinde okuyan az sayıdaki kız arkadaşlarımızla üst üste iki söz söyleyemezdik. Kız öğrenciler ilçede görevli memurların ya da bazı köy öğretmenlerinin kızlarıydı. Bu kızların kıyafetleri çok şıktı. Çoğunluk köy çocukları lastik ayakkabı giyerdik. Yamalı elbiseler, lastik ayakkabılarla kız arkadaşlara yaklaşacak özgüven elde edinilmezdi elbet. Ayrıca köylerde yaşanan yoksulluğun kişiliğimize yapışan utangaçlığı vardı üzerimizde.

Öğretmenlerimiz saygınlıkları, bilgi düzeyleri her türlü övgünün üstündeydi. İlginçtir; okul idarecileri geceleri öğrencilerin ders çalışıp çalışmadıklarını gözlemlemek adına odalarını ziyaret ederlerdi. İlçede tek eğlencemiz öğleden sonra ders yapılmayan çarşamba günleri sinemaya gitmekti. Elli kuruş denkleştirdikçe sinemanın müdavi olurduk.

İlkokulu sınıf birincisi olarak bitirmiştim. Ortaokula kayıt yaptırırken babam, “ iftihara geçmeni beklerim” diyerek hedef belirlemişti benim için. Öğrencilik yıllarımda bir şubede sadece notları en yüksek iki öğrenci iftihara geçerdi. Babamı üzmedim. Orta bir ve ikide sene ortası ve sene sonunda olmak üzere iftihara geçtim. İftihara geçince okul müdürü, velimize yarım A 4 kâğıdına daktilo ile yazılmış öğrencinin başarısını öven bir yazı gönderirdi zarfsız. Niçin zarfsız? Okulun olanakları çok kısıtlıydı.

İlkokul yıllarından itibaren kitap kurduydum dersem abartı değil. İftihara geçmek için daha çok ders çalışmaya zaman ayırmalıydım. Ders dışı kitaplardan uzak durdum. Yine de sınıf kitaplığından yararlanıp bazı kitapları örneğin daha birinci sınıfta Ömer Seyfettin’in Bomba ve Yüksek Ökçeler adlı öykülerini okuduğumu ansıyorum. Orta ikinin sene sonuna doğru Murat Sert’ten efe romanları, Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan tarihi romanlar okudum.

Orta üçe başladığımda romanların büyülü dünyasına yüz metre koşucusu hızıyla daldım. Sınıf kitaplığında yirmiye yakın roman vardı. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü ’nü (!), Orhan Kemal’in El Kızı’nı sınıf kitaplığından okudum. Reşat Nuri Güntekin’in romanları da vardı kitaplığımızda. İnce Memed’ den aldığım tat hala ruhumda. Birçoğu Yeşilçam melodramlarına konu olan Kerime Nadir, Esat Mahmut, Oğuz Özdeş romanlarının çoğusunu bir gece de okuyup yenisine başladığım oluyordu.

İlçemizin doğu yamacı çam ve iğne yapraklı ağaçlarla kaplıdır. Sonbaharda havaların açık olduğu günlerde okul paydosundan sonra romanımı alır, ormanın derinliklerine açılırdım. Sararıp yerlere dökülmüş yapraklardan bir minder oluşturup romanın bir kahramanıyla özdeşleşip olayları bire bir yaşardım. Şubat başında başlayan birinci sömestrsiye kadar tam otuz beş roman okumuştum. Çalıkuşu da okuduğum romanlar arasındaydı.

Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi hedeflememiştim. İftihara geçenler karne verilmeden önce cumartesi öğleyin her sınıfı şube şube okul müdürü tarafından adları okunurdu. Adı okunan öğrenci sıraya geçmiş olan arkadaşlarının önünden gururla yürüyerek müdürün yanına geçerdi. Dört kez iftihara geçerek gururla yürümenin doyumuna ulaşmıştım. Bir de köyde iftihara geçenler takdir görürdü. Köyümüzde benden başka arkadaşlar da vardı aynı başarıyı gösteren.

Hedef kesin değilse varılmak istenen noktaya erişilmez elbette. Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi amaçlamamıştım. Hiç olmazsa karneme kırık not getirmemenin telaşı sardı beni yarıyıl tahlili yaklaşırken. Hala ansırım Fizik dersinden kırık not getirme durumu vardı. Öğretmenimle görüşerek bir sözlü sınav istedim. Öğretmenim not defterine baktı olumlu cevap verdi.

Bu anı öyküyü okuyanların şaşıracaklarına kaniyim kesinlikle. Doğu Karadeniz Bölgesinde garip bir uygulama var; çok az sayıda da olsa erkek çocukları küçük yaşta evlendirme… Bu uygulamanın en açık nedeni üretim için fiziksel güce dayalı ailenin çalışanlarının sayısının azalmaması. Altı çocuklu ailenin dördüncü çocuğuydum. Benden büyük ablalarım evlenip kendi yuvalarını kurmuştu. Evde kalan büyük erkek çocuk bendim. Babamın bir sürü koyunu vardı. Yaylacılık yapılan bölgemizde annem yaylada hayvanların sağımı benzeri işler için köyde kalamazdı. Köyde, çapa, biçim işleri için çalışacak insana gereksinim vardı. Altıncı çocuk kız kardeşim daha ilkokul çocuğuydu. Babam düzenin bozulmasına hiç taraftar değildi.

Tüm bu nedenlerle ortaokul üçüncü sınıfta daha birinci sömestrinin ortalarında nişanlandım ailenin isteğiyle. Daha çocuk yaşta özgürlüğüm yok edildi! Romanlara büyük ilgimin artmasına istemsizce yaşadığım bu durumun etkisinin olduğu da yadsınamaz.

Derken Şubat geldi, karneler verildi, iftihara geçemedim. Kırık notum yoktu. Ailede alacağım tepkiyi tahmin ediyordum. Köyümden yirmiye yakın arkadaş vardı karne alan. Karnelerinde kırık not olmayan yoktu. Çoğunun ikişer, üçer kırık notu vardı. Hep birlikte köye giderken onlar güle oynaya, şakalaşırken yol boyu ben ise üzgündüm.

Eve vardım. İlk soru iftiharla ilgiliydi! İftihara geçemediğimi fakat kırık notumun olmadığını söyledim. Anne-baba şöyle tepki verdi: “Köyde diyecekler ki, çocuğu nişanladılar onun için iftihara geçemedi…” Elbette ben soramazdım, madem nişanlanmak başarımı düşürüyorsa niçin düzeninizin bozulmamasını tercih edip benim geleceğimi etkilediniz!? Büyüklere karşı söz söyleme hakkı kesinlikle yoktu bölgemizde hele de ailemizde.

Romanlardan nefret ettim. Aile içinde küçük düşmeme sebep olmuşlardı. İkinci sömestri için sadece ders çalışıp iftihara geçmeyi amaç edindim. Ve hiç roman okumadım. Yılsonunda ortaokul son sınıflar için mayıs sonunda okullar tatile girer haziran ayı boyunca her dersten yazılı sınav yapılırdı. Bu sınavda geçer not almak zorunluydu okuldan mezun olmak için. Sınavlar benim için su içmek gibi geldi. Notlarım yüksekti. Fakat bu notlar iftihara geçmeme yetmedi. İyi bir derece ile ortaokulu bitirdim. Anne ve babamın yüzlerini

Orta dereceli bir okulu bitirmenin mutluluğu ve özgüveniyle arkadaşlar yaz tatiline dönerken ilk gençlik duygularının coşkusu gözlerinden okunuyordu. Özgürdüler. Aynı duyguları ben buruk yaşıyordum. Önümde sınavlarına katıldığım yatılı okulların heyecanına evlenme gibi büyük bir yola girmenin kaygısı da eklenmişti.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)


İnsan İnsanın Kenesi (8)

 


 İnsan İnsanın Kenesi

                         Kimdir Kimin Efendisi !..

                                             Kazım Memiç

 

Düzen kurmuş haramiler

        Ütülen sen horlanan sen

                 Uçkurunda var kırk düğüm

                         Üreten sen ezilen sen

Emek senin, alan onlar çalan onlar

         Üreten sen bölen onlar

                  Ağaların hepsi tuzak

                       “ Bu hep bana - bu hiç sana“

                                  

  Demokrasi senden uzak

          Sana yeter çuldan kazak

                  Düşünmeden bastın mühür

 

İnsan insanın kurdu şimdi olmuş kenesi

Yanlış mühür  basanlar onların avanesi


 İnsan insanın kenesi durmaz ısırır

Başıbozuk düşünceler yolda serili

Boş başaklarda evin ne arar

İnsanlar kirişte - ok yayda gerili


 Kazım Memiç (Eğitimci, şair ve yazar), 20 Şubat 2024



İnsan İnsanın Kenesi (7)

 


İnsan İnsanın Kenesi

                         Kimdir Kimin Efendisi !..

                                             Kazım Memiç


Adem olmuş - Havva olmuş

      Güzellikler orda solmuş

Habil Kabil’le tutuşur

       İlk düşmanlıklar oluşur

Beyin ilkel sinir gergin

İlk cinayet son cinayet

       İnsan insanın kenesi

              Ta ezelden gelir sesi

 

Nedir bunun bahanesi

       Nefis güler ahlak çöker

               Rezaletin şahanesi

 

Kör nefis közlenmiş olsa

     Ahlaki düzen kurulsa

          Yanlış yapan sorgulansa

                  Senlik benlik kalır mı hiç

Siz - biz olan yerde makas açılır

Yanlış kararlarla insan biçilir

 Demokrasi sana kaftan

        Ekmek gibi dostun senin

                Giymezsen çıplak kalırsın

                         Yanlış kullanırsan eğer

                                 Sırtında olur bir semer

 

Demokrasi aklın senin

          İpek tülle saklın senin

                 Mührüne akıl koyarsan

                          Kıl olmazsın şuna buna

 

                                Tunç mühürde şaşkın eli

                                       Kimi zaman eder deli

 

Yanlış mühür senin kavli kararın

       Bil ki insanlığın yaşı

            Nalıncı keseri olur

                Sen kalırsın hepten şaşı

Emekliye refah payı olur mu hiç

        Söz vermiştin deme sakın

                 Onlar zaten ezelden p.ç

                         Pişmanlıklar sana yakın

 

Sen kendini  sigaya  çek - sorgula

Emeklisin tut kendini yargıla

Oy verirsin , gün istersin aydınlık

        Senin oyun O’na meze oluyor

               Neden hepyek senin hakkın

                      Altı yüzü düşeş gelir onlara

                             Nasıl zar bu uyansana

                                      Kimin eli - vurgula

 

Senin mührün yoz ellerde kirlenir

         Olurlar insanın kenesi

                 Yıllardır aldanan sensin

                           Aldatanlarsa  efendin

(...)

 Kazım Memiç (Eğitimci, şair ve yazar), 20 Şubat 2024

DEVAMI 8 saat sonra...