İbrahim Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İbrahim Yılmaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11.3.24

Çok Yazık

 



Çocukken nasıl, kimden öğrendiğimi yetesiye ansımıyorum kumbara nedir, neye yarar diye? Evimiz köye yürüme üççeyrek saat uzaktı. Annemle köy merkezine öğretmen dayımları gitmiştik. Dayımın evi bizim evimize göre çok daha düzgün, pırıl pırıldı. Odanın birinde, köşedeki masanın üzerinde tıpkı tavşan gibi bir oyuncak vardı. Utanarak tavşanı elime alıp sağa sola hareket ettirince tavşanın içinden madeni olduğu anlaşılan tıngırtılar geldi.

Dayım, oyuncak zannettiğim tavşanın kumbara olduğunu ve kumbaranın işlevini anlattı. Köy çocuğu utanmak ruhuma işlemiş. Anavatanım çocukluk yıllarımda çocukların büyüklerin yanında soru sorulmadan konuşması ayıplanırdı. Kumbarayı çok sevdim. Öyle güzel bir kumbaram olmasını ne kadar çok istedim iç sesimle. Dayımın o harikulade oyuncağı isteyecek cesaretim yoktu. Kendi çocukları vardı. Kumbaraya onlarındı.

Eve dönerken anneme bana kumbara almasını, bulmasını istedim. Annem edindiği lastik ayakkabıcıların yapıştırıcılarının konduğu tenekeden küçücük bir solüsyon kutucuğun kapağını delerek bana kumbara yaptı. Kumbaraya para atma işlevini de yine annem öğretti. Evimizi ziyaret eden misafirlerin önüne koyardım kumbaramı. Biriken paraları elbette anneme veriyordum.

Kumbara bir tasarruf aracıydı ülkemizde. Okula başladığım yıllarda benim gibi arkadaşlarımın da kumbarası vardı. İlerleyen yıllarda bazı bankaların müşterilerine gayet süslü kumbaralar verdiği bilinir. Böylece çocukların ellerine geçen paraları kolayca çarçur edip harcamalarından öte kumbaralarında biriktirip daha sonra bu paraları gerekli yerlere kullanmaları teşvik edilirdi. Bizler tutumlu olmanın pratiğini yaşayarak öğrendik.

Tutumlu olmak eğitimi sadece kumbarada para biriktirmekle edinilmez elbet. Evde anne-baba, okulda öğretmenlerimiz eşyalarımızı dikkatli kullanmayı salık verirlerdi. Öğretmenimiz malımızı, eşyalarımızı, güç ve kuvvetimizi ve de zamanımızı gelişi güzel değil yerli yerinde kullanmaya tutumlu olmak diye sık sık hatırlatırdı. Kitaplarımızı özenle kullanır çimento kâğıtlarıyla kaplardık. Ve bir üst sınıfa geçince kitaplarımızı arkadaşlara pazarlardık.

Ekonomik koşullar bizi tutumlu olmaya zorlardı. Köy çocukları olarak birbirilerimizden farkımız yoktu. İlkokul ve ortaokul yıllarında abartısız lastik ayakkabı giyerdik. Ve tek bir pantolon ve de ceketimiz vardı. İki takım elbisesi olan yoktu dersem abartı değil.

Altmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda kırsal kesimde yaşantı üç aşağı beş yukarı betimlemeye çalıştığım gibiydi. Yoksulluğun da zorunlu kıldığı nedenle halkımız tutumlu yaşamayı benimsemişti.

Daha sonra köyler kısa sürede boşaldı. Göçler başladı. Ulus olarak Orta Asya’dan başlayan göçler sonucu bir türlü yetesiye yerleşik hayata geçemedik. Geçim sıkıntısı, şehrin büyüsü… insanımızı köylerden kopardı. Büyük kentler bile göçü kesmedi. Avrupa, Amerika, ta Avusturalya’ya gidenlerimiz oldu. Ve her şey bozuldu yıl yıl.

Benim de 6 yıllık Almanya’da bakanlık öğretmeni olarak çalışmamda göçlerin etkisi oldu elbet. Göçmen işçilerimizin çocuklarına öğretmenlik yaptım. Yurtdışında çalışan öğretmenlerin bir misyonu da çalıştıkları kalkınmış ülkelerde gözlemledikleri olumlu olay ve durumları geri döndüklerinde meslektaşlarına ve yurttaşlarına paylaşmaktır. Bu bağlamda üzgün olduğumu belirtmeliyim. Almanların gittikleri yönün tamamen zıt yönde ilerliyoruz yaklaşımım yanlış anlaşılmasın. Örnekleyeyim:

Yeni bir seçimin arifesindeyiz. İki gün önce ikamet ettiğim Derince ’den İzmit’in doğusunda Şehir Hastahanesine halk otobüs ile bir saat gidiş, bir saat dönüş yolculuğu yaptım. Yolun her iki yakasında ilan tahtaları, binaların yoldan gözüken cepheleri, daha başka kısımlar boy boy partilerimiz afişleriyle süslenmiş (!) Partilerimizce kiralanmış taşıtlar, adayların fotoğraflarıyla bezeli şehirlerde tur atıyorlar. Parti binaları parti amblemli bayraklarla donatılmıştı…

Almanya’da çalıştığım 6 yıl boyunca seçimlere tanık oldum. Ülkemizdeki kocaman ilan tahtalarına yerleştirilen fotoğrafların çeyreğinin çeyreği büyüklüğünde Alman siyasilerinin fotoğraflı reklamlarından büyük ebatla ilan görmedim. İstanbul’u görmüştüm bir önceki mahalli seçim öncesi. Kentin her köşesini adayların fotoğrafları ve yazılı pankartlarla doluydu. Aynı çılgın uygulama yurt tüm sathında sürdürülüyor.

Balık baştan kokar. Ülkemizde israf aldı başını gidiyor. Ya makam araçlarına ne demeli? Ülkemizdeki makam araçları adedi İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya gibi kalkınmış ülkelerdeki makam araçlarının adedinden katlarca fazla.

Arama motoruna baktım, Almanya’da kişi başına düşen milli gelir: 46. 182 Dolar, İtalya’da: 33.300 Dolar… Türkiye’de 10.655 Dolar. Evet, kalkınmış ülkeler bunlar. Örneğin bir Alman yurttaşı bir Türk yurttaşından düz hesap dört kez varlıklı.

Demek ki, yaşayışımızda bir sıkıntı var. Nedir sıkıntı? Aşırı tüketim toplumu olduk. Bir Alman yurttaşının evinde hangi, beyaz eşya, kapısının önünde arabası varsa bizde de var çoğunlukta. Artı bizdeki makam araçları, yöneticilerimizin çalışma odalarının lüksü batıda yok. Bizim hesapsızca, bol keseden çılgınca harcama yapma lüksümüz olmamalı.

Ezcümle enflasyon kontrol edilemiyorsa, on bin lira ile yaşamak zorunda kalan emeklilerin ücretlerini iyileştirmeye kaynak bulamıyorsa bir an önce seçimlere harcanan kaynakları en aza evet en aza indirmek, makam aracı sayılarını Avrupa ülkeleri seviyesinin de altına düşürmek yaşamımızın olmazsa olmazları arasına katmak zorundayız. Ve ülkede tutumlu olma seferberliği ilan edip başta atanan ve seçilen yöneticilerimiz olmak kaydıyla ve tüm halkımızca tutumlu, üretici olma anlayışını içselleştirmeliyiz. Bu güzel topraklarda ölçülü yaşamayı beceremediğimiz oranda her şey için çok yazık…

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)


25.2.24

Altmışlarda Ortaokul Yılları

 


Altmışlarda Ortaokul Yılları

Bir vadinin müsaade ettiği; yükseltilerin eteklerinde kurulan küçücük ilçemizde orta dereceli okul olarak tek bir ortaokulumuz vardı. İlçe ve ilçeye bağlı köylerinin öğrencilerinin eğitime atılmak için açılan kutlu kapıydı ortaokulumuz. Köy çocukları, en az iki, azami altı öğrenci ilçede bir oda kiralayarak barınma sorununu çözerdik. Öğrencilerin birisinin ninesi ya da annesi öğrencilerin yemek ve temizliğini yapardı. Cumartesi öğle paydosunda genelde öğrenciler köylerine gider. Bir geceyi ailesiyle geçirip Pazar günü öğleden sonra ilçeye yürüyerek dönerdi.

Çok sıkı disiplin altındaydık. Örneğin güneş battıktan sonra öğrencilerin sokağa çıkması kesinlikle yasaktı. Okul kurallarından istemeyerek azıcık da olsa sapmak hiç hoş karşılanmaz; suç işlendiğinde ise çeşitli cezalar uygulanırdı. Şapkasız sokaklarda dolaşmak kesinlikte yasaktı. Bayrak törenlerine şapkasız katılmak olanaklı değildi. Okulda sadece A şubelerinde okuyan az sayıdaki kız arkadaşlarımızla üst üste iki söz söyleyemezdik. Kız öğrenciler ilçede görevli memurların ya da bazı köy öğretmenlerinin kızlarıydı. Bu kızların kıyafetleri çok şıktı. Çoğunluk köy çocukları lastik ayakkabı giyerdik. Yamalı elbiseler, lastik ayakkabılarla kız arkadaşlara yaklaşacak özgüven elde edinilmezdi elbet. Ayrıca köylerde yaşanan yoksulluğun kişiliğimize yapışan utangaçlığı vardı üzerimizde.

Öğretmenlerimiz saygınlıkları, bilgi düzeyleri her türlü övgünün üstündeydi. İlginçtir; okul idarecileri geceleri öğrencilerin ders çalışıp çalışmadıklarını gözlemlemek adına odalarını ziyaret ederlerdi. İlçede tek eğlencemiz öğleden sonra ders yapılmayan çarşamba günleri sinemaya gitmekti. Elli kuruş denkleştirdikçe sinemanın müdavi olurduk.

İlkokulu sınıf birincisi olarak bitirmiştim. Ortaokula kayıt yaptırırken babam, “ iftihara geçmeni beklerim” diyerek hedef belirlemişti benim için. Öğrencilik yıllarımda bir şubede sadece notları en yüksek iki öğrenci iftihara geçerdi. Babamı üzmedim. Orta bir ve ikide sene ortası ve sene sonunda olmak üzere iftihara geçtim. İftihara geçince okul müdürü, velimize yarım A 4 kâğıdına daktilo ile yazılmış öğrencinin başarısını öven bir yazı gönderirdi zarfsız. Niçin zarfsız? Okulun olanakları çok kısıtlıydı.

İlkokul yıllarından itibaren kitap kurduydum dersem abartı değil. İftihara geçmek için daha çok ders çalışmaya zaman ayırmalıydım. Ders dışı kitaplardan uzak durdum. Yine de sınıf kitaplığından yararlanıp bazı kitapları örneğin daha birinci sınıfta Ömer Seyfettin’in Bomba ve Yüksek Ökçeler adlı öykülerini okuduğumu ansıyorum. Orta ikinin sene sonuna doğru Murat Sert’ten efe romanları, Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan tarihi romanlar okudum.

Orta üçe başladığımda romanların büyülü dünyasına yüz metre koşucusu hızıyla daldım. Sınıf kitaplığında yirmiye yakın roman vardı. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü ’nü (!), Orhan Kemal’in El Kızı’nı sınıf kitaplığından okudum. Reşat Nuri Güntekin’in romanları da vardı kitaplığımızda. İnce Memed’ den aldığım tat hala ruhumda. Birçoğu Yeşilçam melodramlarına konu olan Kerime Nadir, Esat Mahmut, Oğuz Özdeş romanlarının çoğusunu bir gece de okuyup yenisine başladığım oluyordu.

İlçemizin doğu yamacı çam ve iğne yapraklı ağaçlarla kaplıdır. Sonbaharda havaların açık olduğu günlerde okul paydosundan sonra romanımı alır, ormanın derinliklerine açılırdım. Sararıp yerlere dökülmüş yapraklardan bir minder oluşturup romanın bir kahramanıyla özdeşleşip olayları bire bir yaşardım. Şubat başında başlayan birinci sömestrsiye kadar tam otuz beş roman okumuştum. Çalıkuşu da okuduğum romanlar arasındaydı.

Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi hedeflememiştim. İftihara geçenler karne verilmeden önce cumartesi öğleyin her sınıfı şube şube okul müdürü tarafından adları okunurdu. Adı okunan öğrenci sıraya geçmiş olan arkadaşlarının önünden gururla yürüyerek müdürün yanına geçerdi. Dört kez iftihara geçerek gururla yürümenin doyumuna ulaşmıştım. Bir de köyde iftihara geçenler takdir görürdü. Köyümüzde benden başka arkadaşlar da vardı aynı başarıyı gösteren.

Hedef kesin değilse varılmak istenen noktaya erişilmez elbette. Orta üçe başlarken iftihara geçmeyi amaçlamamıştım. Hiç olmazsa karneme kırık not getirmemenin telaşı sardı beni yarıyıl tahlili yaklaşırken. Hala ansırım Fizik dersinden kırık not getirme durumu vardı. Öğretmenimle görüşerek bir sözlü sınav istedim. Öğretmenim not defterine baktı olumlu cevap verdi.

Bu anı öyküyü okuyanların şaşıracaklarına kaniyim kesinlikle. Doğu Karadeniz Bölgesinde garip bir uygulama var; çok az sayıda da olsa erkek çocukları küçük yaşta evlendirme… Bu uygulamanın en açık nedeni üretim için fiziksel güce dayalı ailenin çalışanlarının sayısının azalmaması. Altı çocuklu ailenin dördüncü çocuğuydum. Benden büyük ablalarım evlenip kendi yuvalarını kurmuştu. Evde kalan büyük erkek çocuk bendim. Babamın bir sürü koyunu vardı. Yaylacılık yapılan bölgemizde annem yaylada hayvanların sağımı benzeri işler için köyde kalamazdı. Köyde, çapa, biçim işleri için çalışacak insana gereksinim vardı. Altıncı çocuk kız kardeşim daha ilkokul çocuğuydu. Babam düzenin bozulmasına hiç taraftar değildi.

Tüm bu nedenlerle ortaokul üçüncü sınıfta daha birinci sömestrinin ortalarında nişanlandım ailenin isteğiyle. Daha çocuk yaşta özgürlüğüm yok edildi! Romanlara büyük ilgimin artmasına istemsizce yaşadığım bu durumun etkisinin olduğu da yadsınamaz.

Derken Şubat geldi, karneler verildi, iftihara geçemedim. Kırık notum yoktu. Ailede alacağım tepkiyi tahmin ediyordum. Köyümden yirmiye yakın arkadaş vardı karne alan. Karnelerinde kırık not olmayan yoktu. Çoğunun ikişer, üçer kırık notu vardı. Hep birlikte köye giderken onlar güle oynaya, şakalaşırken yol boyu ben ise üzgündüm.

Eve vardım. İlk soru iftiharla ilgiliydi! İftihara geçemediğimi fakat kırık notumun olmadığını söyledim. Anne-baba şöyle tepki verdi: “Köyde diyecekler ki, çocuğu nişanladılar onun için iftihara geçemedi…” Elbette ben soramazdım, madem nişanlanmak başarımı düşürüyorsa niçin düzeninizin bozulmamasını tercih edip benim geleceğimi etkilediniz!? Büyüklere karşı söz söyleme hakkı kesinlikle yoktu bölgemizde hele de ailemizde.

Romanlardan nefret ettim. Aile içinde küçük düşmeme sebep olmuşlardı. İkinci sömestri için sadece ders çalışıp iftihara geçmeyi amaç edindim. Ve hiç roman okumadım. Yılsonunda ortaokul son sınıflar için mayıs sonunda okullar tatile girer haziran ayı boyunca her dersten yazılı sınav yapılırdı. Bu sınavda geçer not almak zorunluydu okuldan mezun olmak için. Sınavlar benim için su içmek gibi geldi. Notlarım yüksekti. Fakat bu notlar iftihara geçmeme yetmedi. İyi bir derece ile ortaokulu bitirdim. Anne ve babamın yüzlerini

Orta dereceli bir okulu bitirmenin mutluluğu ve özgüveniyle arkadaşlar yaz tatiline dönerken ilk gençlik duygularının coşkusu gözlerinden okunuyordu. Özgürdüler. Aynı duyguları ben buruk yaşıyordum. Önümde sınavlarına katıldığım yatılı okulların heyecanına evlenme gibi büyük bir yola girmenin kaygısı da eklenmişti.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)


16.2.24

İlkokula Başlamanın Unutulmaz Serüveni

 



Okula başlama yaşım gelmişti. Okulun açıldığından da haberimiz vardı. Okula gideceğim konusu evde konuşuluyordu. Oysa ben koç ve kuzuları otlatıyordum. Koyunculuğu çiftçilikten önce tutan babam için koyunlar-kuzular onun birinci önceliğiydi. Okular açılmış. Önemli değil, birkaç hafta sonra da olsa okula geç başlansa da olurdu O’nun için…

Koyunlarımızı aşk derecesinde severdi babam. Kaval üflemede köyün acar ustalarından birisiydi. Yeşil çayırlara koyunlar yayıldığında hele güneş de altın ışıklarını cömertçe sunuyorsa, koyunları seyretmek babamın zevkine zevk katardı. Sırf koyunculuk yapmak için köyün merkezindeki dedemlerin evinden köye üççeyrek saatlik yerde bina kurup yerleşmiş. Ben ve benden küçük iki kardeşim bu kır evinde doğmuşuz.

Nihayet serin bir Eylül sabahı gazellenip yerlere serilen yaprakları çiğneyerek patika bir yoldan okula giderken yanımda ablam vardı. Ders başlamıştı okula vardığımız zaman. Ablam beni sınıfa bıraktığını bugünkü gibi ansırım. Evimiz köy merkezine uzak olsa bile köyle ilişkimiz vardı. Tarlalarımızın bir kısmı köy içindeydi. Ve bölgemizde yaylacılık olduğu için çocukların çoğunu yakından tanıyordum.

Sınıfa girince yaşıtlarım hayretle baktılar bana. Derse geç kalmıştım ve okul açılalı günler geçmişti. Hayretleri bundandı büyük olasılıkla. Daha önce birkaç kez gördüğüm bizim köylü, ortadan biraz uzun boylu, asık süratli bir adam çocukların başındaydı. O’na eğitmen dendiğini duyardım sadece. Eğitmen ne demekti haberim yoktu. Demek ki bu adam öğretmendi. Beni arkalarda bir sıraya oturttu.

Kara tahtada “Koş Kaya Koş/ O kuşu tut okşa…” sözlerini anımsadığım dört satırlık bir metin vardı. Öğrenciler sırayla tahtaya kalkıyor kelimeleri işaret parmaklarının arasında göstererek okuyordu. Dikkat ettim tahtaya çıkmak için parmak kaldırmak gerekiyordu. Ben de kaldırdım parmağımı. Eğitmen, “Sen nasıl okuyacaksın?” diyerek hayretini belirtti. Öğrendim dedim. Ve tahtada arkadaşlarım gibi okudum. Sadece bir hata yapmıştım. Ders sonunda en iyi ikinci okuyan olduğum söylendi. Sevindim. İlk gün güzeldi okulda…

Zannedersem bir hafta sürdü başlangıcın güzelliği. Amcamların evi hemen okulun yakınındadır. Öğle paydosunda amcamlara gider yemek yerdim. Ilık bir gün öğlen paydos zili çaldı. Amcamlara koştum. Hala durur, amcamların evin önünde bir şeker elması var. Daha okula başlamamış kuzenim için elma ağacına salıncak kurmuşlar, kuzenim sallanıyordu. Durur muyum? Ben de sallandım birazcık. Yemek derken zaman geçti. Dördüncü ders zili çaldı. Sınıfa girdik.

O yıllarda müzevir (arabozan) meşhurdu çocuklar arasında. Benim salıncakta sallandığımı gören müzevirci bir arkadaş parmak kaldırıp: “Öğretmenim, İbrahim salıncakta sallanıyordu!” dedi. Eğitmen-öğretmen sordu doğru mu diye. Evet. Ve ne olduysa o anda oldu. Sağ yanağıma güçlü bir Osmanlı tokadı aksetti. O güne kadar ne anne- babamdan, nede başkalarından tokat yemiştim. Aslında büyükleri dinleyen uyumlu bir çocuktum. Dünyam karardı. Hıçkırarak ağladım uzun uzun.

Eğitmende bir yıl okudum. 2-3 ve 4. Sınıfta Köy Enstitülü çıkışlı bir öğretmenim oldu. Bir kız arkadaşımız gerçekten müzevirci ruh haleti vardı. Bir arkadaşımızı şikâyet etti. Öğretmenimiz müzevirci arkadaşımızı iyice sevdi(!) O yıllarda sevmenin cennetten çıktığına inanılırdı(!) Müzevirlik konusunda öğretmenimiz: “ Arkadaşınız bu davranışını sürdürürse büyüyüp evlendiğinde her duyduğunu kocasına anlatır. Küçük konular köy içinde kavgaya sebep olur…” Eğitmenimi suçlayamam fazlaca. Pedagojik ve çocuk psikolojisi hakkında yeterli donanımdan yoksundu.

Son derste de gözyaşlarım dinmedi. Paydos ziliyle beraber eve dönerken hıçkırığım geçmemişti. Muhatap olduğum şamar canımı yakmıştı ve salıncakta sallanmakla kimseye zararım olamadığını düşünüyordum çocuk kalbimle. Kararımı verdim artık okula girmeyecektim.

Her gün evden çıkıyorum sabahleyin, yolu köyün karşısındaki ormanın derinliklerine kırıyorum. Sonbahar işleri bir birisini kovalıyor köyde. Mısırlar kesilip taşınıyor. Annemler, tahıl yıkıyor. Bir taraftan babam kış için odun hazırlığında. Kurutulan zahireleri su değirmenin öğütme… Akşam yemeğinden sonra ev halkı kendilerini yataklara yönelirdi. Kırlar, ormanlar benim. Eve gün batarken okuldan dönüyorum(!) okulda neler yaptın soran yok.

Bulutlara komşu köyümüz. Kış çabuk geldi. Doğa beyaz kürkünü giydi giymesine lakin bana özgürlük alanı kalmadı. Ormanlarda saklanamazdım. Karlı bir gün. Kara kara düşünceler içinde çıktım evden. Aklıma bir cin fikir geldi. Yarı karanlık ahırda saklanabilirim. Akşama doğru ahırdan çıkıp soran olursa okuldan geliyorum der, o günüde öyle geçiririm düşüncesiyle ahıra girdim. Sabah yiyeceğini yemiş olan sığırlar, manda ve öküzler geviş getiriyordu. Akşama kadar bekledim. Hayvanlara akşam yiyeceğini veren ablam fark etmedi beni.

Kısa gün çabuk geçti. Bir ara dışarı çıkayım derken kapı kapandı. İçerde hapis kaldım. Ümitsizce düşünürken gece oldu, yarı karanlık ahır zifiri karanlığa büründü. Yedi yaşında çocuk ne yapar!? Başladım ağlamaya. İki odalı tek katlı evimiz ahıra bitişikti. Sesimi duyup beni odaya aldılar. Akşam yemeğini yemiş sofradan ayrılıyorlardı. Ana yüreği! Yeni yumurtadan çıkmış civcivlerini kanatlarının altına alan anne tavuk gibi beni sarıp sarmaladı annem. Durumu anlatmış olmalıyım ki, okula gitmediğim anlaşıldı. Babam, “madem okumak istemiyorsun yarın beraber keçileri otlatmak için ormana gideriz…” mealinde sözler etti.

Annem ertesi günü başöğretmene (okul müdürü) gidip durumu anlattı. Bir gün sonra babamla okula gittik. Arkadaşlarım bu kez yarı acımalı, yarı alaycı bakışlarla beni süzdüler. Arka sıra beni bekliyordu. Yerime geçtim. Eğitmen- öğretmenimiz dikte yaptırıp aynı gün değerlendirir. Pekiyi-iyi-orta ve zayıf diye not takdir ederdi. Ben ve arka sıradaki arkadaşım sürekli zayıf alırdık. Sınıfta başarılı arkadaşlar çoktu. İki haftalık Şubat tatiline girerken üç adet zayıf vardı karnemde. Ev halkına hayal kırıklığı yaşattım.

Günler geçti ikinci dönemde de. Diktelerde yanlış bile olsa birkaç kelime bile yazamıyordum. Nisan başlarıydı. Alfabeyi bitiriyorduk. Yeni bir gün yeni bir dikte yazdırıyor eğitmen-öğretmenim. Adeta vahiy meleği bana Allah tarafından kendisine emredilen “yaz” emrini kulağıma fısıldıyordu. Dikteyi heceleyerek yazıverdiğimin ben de farkında değildim! Öğretmenim defterimi kontrol ederken, “Yazarken kimseye baktın mı?” diye sordu. Parmaklarımla gözlerini kapatarak, biz çocukların klasik yemin etme biçimiyle. “Ekmek gözümü tutsun ben yazdım” diye cevap verdim. İlk kez iyi yazıldı defterime.

Çalışkan öğrencileri ön sıralarda oturttururdu öğretmenimiz. Bir hafta içinde önden ikinci sırada yer edindim. Dünyalar benim olmuştu. Nisan ayı gelmiş kırlar mor menekşeler, derelerin kenarları sarıpapatyalarla süslenmişti. Meyve ağaçlarında tomurcuklar kabarmış, erikler çiçek açıyordu. Benim gönlümde de mayıs geldiğinde köyümüzün çayırlarını süsleyen gökkuşağı renkleri kadar çeşitli renklere sahip çiçekler açıyordu. Okula koşarak gidiyordum. Eğitmenim de bana bakarken yüzü gülüyordu.

Beş sınıflı ta 1930 yılında açılan köy okulumuzda büyük bir sınıf vardı. Çarşamba günleri öğleden sonra ders yapılmaz çeşitli etkinlikler yapılırdı. İşte o büyük sınıfta tüm sınıflar toplanmıştık bir Çarşamba öğleden sonrası. Beni 2-3-4 sınıfta okutan öğretmen saklanan bir nesneyi alkış seslerine göre bulmayı gerektiren bir oyun oynatıyordu. Her sınıfın birincisi çıkarılıyordu saklanan nesneyi bulmak için. Sıra birinci sınıfa geldi. Bugün gibi anımsıyorum. Eğitmen-öğretmenimiz benim adımı söyledi. Tabi mutlu oldum. Nereden nereye! Okuldan kaçan bir öğrenci sınıf birincisi olmuştu.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

 

15.2.24

Kadınlar Sınıfı

 



Sonbaharda işlerini büyük oranda yoluna koyan köylüler için rahatlama dönemini başlar. Artık güneşin doğuşunu tarlalarda gözlemez kısa süre de olsa sabah uykusunun tadını tadıp tarlalarına yollanırlar. Çalıştığım köyde şeker pancarların sökme işi kalmıştı sadece. Ayçiçekleri hasadı çoktan bitmişti. Eylül sonlarında makta (kışlık odun) ve buğdaylarını un fabrikalarına götürmek fazla zaman almazdı. Eski yıllar gibi su değirmenlerinde saatlerce sıra bekleme zamanı tarih olmuştu. Köylüler, velilerim kaygısızca işlerinin başında monoton yaşamlarını sürdürürken okulların açılmasına günler kalmıştı. Her yıl ki gibi dersler başlamadan öte bu kez farklı bir beklentimin karşılanacağının dayanılmaz heyecanı içindeydim.

Mesleğimin onuncu yılı. Fiziki haritada yeşil renklerin hâkim olduğu İstanbul ve Bursa’ya yakın Kocaeli’ne büyük umutlarla atandım. En azından ulaşımı olan bir köy hayal etmiştim. Hayallerime karlar yağdı. Merkez ilçeye 36 km uzak olan tek öğretmenli köyde çalışacaktım. Geniş, cam çerçeveleri çürümüş, bakımsız bir okul ve günümüz F tipi ceza evleri tipi iki odalı bir öğretmen lojmanı çıktı karşıma. Lojmana girdiğim zaman elimden gelse duvarları yanlara itip odaları azıcık genişletsem gibi garip bir hisse kapıldım. Lojman betimlenemez ölçüde dar olması çekilecek gibi değildi. Köyden ilçeye araç yoktu. Araç bulmak için sabahın köründe en az kırk dakika yürümek gerekiyordu.

İşte bu koşullar altında beş yıl çalıştığım bu köyden İzmit Kandıra Yolu üzerine ulaşımı olan bir köye tayin istemiştim. İl içi atamalar ilde yapılır valilikten imzadan sonra işlem biterdi. Kesin duyumunu almıştım atamalar imza bekliyordu. Mevsim sonbahar, aylardan Eylül diye başladık söze. Evet, Eylül olmasına Eylüldü yaşadığımınız ay. Bu ayın Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde eşine rastlanmayacak bir günü içinde barındıracağını kim bilebilirdi! Ilık bir güne uyandık. Dünyayla tek iletişim aracım radyoyu açtım. Duyduklarım hiç hoş değildi. Kenan Evren bir biri arkasına bildiriler okuyordu.

Bildirilerin içeriği malum: Türk Silahlı Kuvvetleri emir ve komuta altında yönetime el koymuştur mealli sözler...

12 Mart 1971 muhtırasının üzerinden on yıl geçmeden ordumuz yeniden idareye el koyuyordu. Benim atama işim bir başka bahara kalması Kenan Evren’den bana kalan birinci hediye oldu. Ve hafızalarımızdan çıkmayan sözler ve uygulamalar da tüm yurttaşlarımıza hediye kaldı; netekim(!) kısa süre içinde devlet başkanı olan paşamızdan. Ve ülke tarihine siyah harflerle yazılan incileri (!)

"Asmayalım da besleyelim mi?" 17 yaşında astırdığı devrimci Erdal Eren için söylemişti.

"Hak edeni asmazsan bunlar virüs gibi çoğalırlar, işte o zaman Atatürk ilke ve inkılaplarından kopulur."

"Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk. Eğer sağdan 2 asmışsak ertesi gün 2 de soldan asıyorduk."

1983'te yaptığı bir konuşmada siyasi yasaklı parti liderlerine ilişkin söylüyor

"Bunlar tencereyi pisletmişlerdi, biz temizledik. Yeniden tencereyi verelim, yeniden pisletsinler istedikleri bu." Ve binlerce insanımız işkencelere tabi tutuldu. 1980 askeri darbesinin insanımıza, siyasi yaşantımıza… olan etkilerini anlatmak bu yazının hacmini kat kat aşar.

Kenan Paşamız, kafasına fötr şapka takıp, eline aldığı bastonla sağa sola caka satarak yürüyerek kendisini Atatürk’le özdeşleştirdiğini sanıyordu. Tüm bunlara karşın halkla ilgili şöyle bir uygulaması oldu beğendiğim…

İlköğretim Müdürlüğünde resmi bir yazı geldi. İçeriği şöyleydi. Okul müdürü köy muhtarıyla birlikte köyde yaşayan 14 yaşından büyük okuma-yazma bilmeyen vatandaşları tespit edecek; 14-45 yaş arasında okuma yazma bilmeyenlere Halk Eğitim Müdürlüğü’nün eş güdümüyle okuma-yazma kursu açacak. Kurs zorunlu olacak. Görevi yerine getirmek için ivedilikle iş başı yaptık muhtarla. Paşamızın kılıcının önü de kesiyor arkası da kesiyordu. Erkeklerde 45 yaş altı okuma-yazma bilmeyen yoktu. Sözü uzatmadan yirmiye yakın kadın öğrenci tespit ettik.

Halk Eğitimden gerekli kitap ve benzeri materyalleri alarak mesai günleri saat 15.30’de başlatacağım kursu vatandaşlara haber verdim. Öğrencilerimin paydos saati saat 13.00’tü.

Öğrencilikte ilk derse girecek staj günlerimdekinden daha da heyecanlıydım. Köy çocukları için heyecan, toplum karşısına çıkarken hissedilen korku adeta DNA’larımıza işlemiştir. Ortaokul yıllarında sınıfımızda kız öğrenci yoktu. Okulda da az sayıda kız öğrenci vardı. Öğretmen Okulda ise sınıflarımıza sayılar onu geçmeyen kız arkadaşlarımız vardı. Yatılı okul, kız arkadaşlarımız gündüzlü. Ders bitince evlerine giderlerdi. Kızlarla sıkı fıkı konuşmak kesinlikle yasaktı. Yetesiye sosyalleşmeden dersem abartı olmaz; köylere atandık köy çocuğu yatılı okul mezunu öğretmenler olarak.

Kadınlarla konuşmaya utanırdım. İster istemez yüzüm kızarırdı. Şalvarlı genç kadınlar sınıfı doldurdu. Nefes almakta zorlanıyorum. Bir çözüm olarak eşimle girdik ilk derse. Tanışma faslı derken öğretmenlik duygularım alevlendi. Gözlerinin rengini masmavi keten çiçeklerinden, yanaklarının kırmızı rengini ise kırlarda açan gelinciklerden alan genç kadınlar çoğunluktaydı. Dersleri sürdürdüm.

Okumaya, aydınlanmaya hasret kalmış bu güzel insanlar iki ay süreli kurs süresince heceleyerek okumayı öğrendiler. Aralarındaki rekabet, hırs kayda değerdi. Heyecanım geçince Öğretmen Okulu’nda öğrendiğim ve meslek yaşamımda edindiğim deneyimlerle birleştirerek öğretmenlik adına yapılması gereken öğrencileri motive etme, yaptıkları işi sevdirme… yöntemlerini uygulayıp tüm enerjimi de harcayarak başarı sağlandı. Kurs bitiminde okuma-yazma öğrenen kadınlarımızın gözlerindeki ışık Kenan Evren’den bana kalan başka hoş yadigârdı…

Ne yazık ki, uzun soluklu olmadı bu uygulama. Sadece bir yıl uygulandı. Yurdumuzun doğu, güneydoğu bölgelerinde okuma-yazma bilmeyen hiçbir yurttaş kalmamacasına kadar uygulanmalıydı.

İbrahim YILMAZ (Eğitimci, Yazar)

2.2.24

Keçileri Kışlatmak

 



Bir alt yaylaya inme vakti gelmişti Ekim sonlarında. Yüksek yayla düzlükleri yeşilliğini gri rengin göze hoş olmayan tonlarına bırakmış, sular da iyice azalmıştı. Keçiler soğuk havalardan hoşlanmaz. Göç başlamalıydı. Yaylacılar yaptıkları, yağ, peynir benzeri yiyecek ve yatak-yorgan, kap kacaklarını kağnı arabalarıyla alt yaylaya taşındılar. Alt yayla diye adlandırdığımız yerleşim alanın adı yöresel deyişle Kışla’dır. Ahmet’te keçileriyle göçe katılanlar arasındaydı.

Kışla yakınlarındaki otlaklar da gürdür. Dağların yamaçlarından doğan suların oluşturdu derin vadilerin yamaçları zengin bitki örtüsü barındırır Karadeniz Bölgesinde. Vadileri süsleyen bitki örtüsünün yanında keçiler için kolayca atlayacakları, sırtların kaşıyacakları kayalarda mevcuttu. Keyfine diyecek yoktu Ahmet’in. Otlaklar gür ve genişti. Keçilerin sütü eksilmemişti. Bazı günler köye yakın otlaklara yönelirdi sürüsüyle. Böyle günlerde yayla düzlüklerinde hasret kaldığı köy çayırlarında bulunan meyvelerden nasiplenirdi. Sabahleyin kışladan köye, akşama doğru da köyden kışlaya gidip dönen kadın ve genç kızları yakından seyretmenin zevkinden mahrum etmezdi kara gözlerini.

Sayılı günler gibi mevsimler de çabuk geçer. Vadileri yeşil yapraklarıyla süsleyen, gürgen, huş, ıhlamur benzeri ağaçların yaprakları yeşilden sarıya, sarının koyu tonlarına dönüştü. Sert esen rüzgârlar gazellenen ağaçların yapraklarının dökülmesini hızlandırdı. Günler iyice kısaldı. Sonbahar tüm güzelliğiyle veda etti. Keçiler için teke katımı da yapıldı. Bazı günler Cin dağı ve Sahara Dağı’nın dorukları aksakallı dedelerin sakalları gibi beyazlaşıyordu. Kış çarığıyla, çorabıyla geliyorum diyordu. Kışla ’da konaklayan köyün büyük çoğunluğu hayvanlarını önüne katıp köye döndü.

Kışla ‘da az sayıda küçükbaş hayvancılık yapanlar kalmıştı. Bunlardan birisi de Ahmet’ti. Kasımın daha haftası dolmamıştı. Bir gün sabaha on santimden fazla karla bezeli doğayı şaşkınlıkla seyrederek uyandılar. Kar yağışı devam ediyordu. Artık yılın son göçüne sıra geldi. Altı ay sonra görüşmek dileğiyle veda edildi Kışla ’ya. Sürülerin hedefi köy çayırları ve köyü çevreleyen kırlardı. Çobanlar sürüleriyle karları çiğneyerek köye yaklaştığında öğlen olmuştu. Kar yağışı durdu. Köyün çevresindeki toprakları kapatacak düzeyde yağmış olan karlar ısınan havanın etkisiyle eridi. Küçükbaş hayvanların çayır ve kırlarda salınması devam etti.

Gün gün soğudu havalar. Her taraf karlarla örtüldü. Koyun sürüler yeşil çimenlere yayılmaları için Nisan sonunu bekleyecekti. Ahmetlerin ve amcalarının köyün dışında, köye yakın ahır ve kömleri (koyun ve keçiler için ahır) ve küçük kulübeleri vardı. Hayvanlarını köy dışında barındırırlardı. Kulübenin karşısı engin köknar, ladin ve çam ormanlarıyla kaplıydı. Ahmet keçileri sabahleyin ormana salar, çam ve ladin ağaçlarını budar; dallardaki iğne yaprakları ve yosunları kıtır kıtır sesler çıkararak yerdi keçiler. Akşamleyin de bir miktar ot keçilerin günlük nevalesi olurdu.

Kışın ilerleyen günlerinde yağan karın yüksekliği bir metreyi aşması keçileri ormana götürme olanağı kalmadı. Ahmet, rakımı düşük, akrabasının yaşadığı bir köye gitti keçileriyle. Yanına bir de yardımcı aldı. Gittiği köye kar az düşer ve köyün güney yamaçlarında yağan kar tutunamaz, yağan karlar bir-iki gün içinde eriyiverirdi. Böyle bir köyde akrabalarının olması bir şanstı Ahmet için. Köyün çevresi meşe ormanıyla kaplıydı. Meşelerin filizleri severek yer keçiler. Fakat köylüler durumdan hiç memnun kalmadı. Karakeçi orman düşmanıdır. Köylülerin meşe filizlerini yemeleri hoş değil. Ahmet, bin bir rica minnetle muhtar ve ihtiyar heyetine bir miktar para ödeyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Çok sızlanan bazı köylülere de ilerideki günlerde birer erkek oğlak hediye edeceği sözünü verdi. Ve ilkbahar aylarının gelmesini beklemeye başladı.

Yardımcı çoban arkadaşıyla her günkü gibi meşelik ormana yöneldiler sürüyle. Ne geçmiş çobanlık yıllarında karşılaştığı ne de yaşam boyu karşılaşacağını hayal bile etmeyeceği bir olaya tanık oldu. Sürü, önü yalman(sarp) bir kayaya yaklaşmıştı. Yardımcı çoban sesini çıkarabildiği kadar gür sesle:

“Ahmet ağabey, acele yetiş keçiler keçiler…” diye haykırıp bir türlü sözlerinin gerisini getiremiyordu. Hayra alamet değildi yardımcısının telaşesi. Çobanın yanına vardı bir hamle. Gördüğüne inanamadı. “Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur.” Sözünü boş yere söylememiş atalarımız. İki keçi zaten sarp kayanın yamacında bir tutam ot görüp bir biçimde ota yaklaşmışlar. Yaklaşmışlar yaklaşmasına da lakin geri dönmeleri olanaklı değildi. Bir hayli de ilerlemişler. Acı acı meleyip yukarıya bakıyorlardı. Gel de kurtar keçileri! Varsa bir çözüm olanağın!..

Kara kara düşünceler sardı Ahmet’in dimağını. Keçilerin acınacak hallerine uzun uzun baktı. Makbul bir çözüm bulmak gerekti ama nasıl? Zamanın nasıl geçtiği fark etmedi. Yardımcı çoban sürüye sahipmiş hiç olmazsa. Çobana ne yapacağının talimatını verip köyüne doğru yola çıktı.

Çözüm fikri kafasını içinde oluştu. İş büyüklerine kabul ettirmekte keçileri kurtarma planını. Eğer planını uygulayamazsa iki keçinin sonunu düşünmek bile istemiyordu. İki keçinin maliyeti önemli değildi; vicdanı rahat etmezdi hayvanların meleye meleye ölmelerine. Baba evine ulaştığında hava kararmıştı. Olayı anne- babasına anlattı. Kurtarma planı için annesi razı olmuyordu. Planını uygulayacaktı. O gece yarı uyku yarı uyanık karabasanlarla dolu bir gece geçirdi.

Sabahleyin köydeki akraba ve tanıdıkları bir bir ziyaret etti. Kimler yoktu aradıklarının içinde. Bıyıklı Hasan, Topal Zeki, Kör Recep, Kaba Hüsnü, Deli Bekir, Uzun Ahmet, Tilki Osman, Hoca Fehmettin, Çito Ayhan, Pehlivan Ekrem… Kendi babası. Köylü seferber oldu. Baba evinde kahvaltı yapıp yanlarına mazmanların keçi kılından büktükleri kalın ve uzun urganları alıp keçilerin sıkıştığı kayanın başına geldiler.

Ahmet’i urganlara bağlayıp kayadan aşağı keçilere doğru saldılar. Keçilere yaklaşırken ayağını altından bir taş koptuğunda kemiklerinin içi sızlıyordu. Esmer yüzü taze yağan karlardan da daha beyaz oldu. Yaptığı iş her babayiğidin işi değildi. Yukarıdan bağırarak söylenen “ bravo Ahmet, bravo, az kaldı keçilerin yanına ulaşmana” sözlerini duymuyordu.

Keçilerin yanına vardı. Hayvanlar soğuk bir gece yaşamışlardı. Aç ve susuzdular. Gözlerinin ışığı sönmek üzereydi. Ahmet, önce keçileri sağlamca bağlayıp sırayla kayanın başına çekilmelerini başardı. Sonunda salınan iple kendisi çekildi yukarıya. Arkadaşları sırayla sarılarak Ahmet’i kutladılar. Keçiler şaşkın şaşkın aşağıya bakıyordu…

Yaşamının en akıl almaz, Azrail’le buluşmasına ramak kalmış bir gününü yaşadı. Ölümle randevulaştı adeta.“Hayat demek mücadele demektir. Hayatı kazanmak için mücadeleyi kazanmak gerekir.” Özdeyişinin gereğini yapmanın buruk sevincini yaşadı Ahmet.

İbrahim Yılmaz, (Eğitimci, yazar)

 

19.1.24

Emeklilikte Sıradan İki Gün

 



Marmara bölgesi. Mevsim kış. Hava durumu sürekli değişmeye hazır. Bir bakarsın elif elif yağmur yağar. Ve yağmur suratını artırır bu kez bardaktan boşanırcasına. Hoca’nın dediği gibi, “Allah’ın rahmeti.” yağar da yağar. Yağmurlu geçen günlerden, bir gün sonra güneş altın ışıklarıyla gözümüz gönlümüzü fetheder. Güneşle birlikte ısınan hava öğleden sonra insanın içine işleyen, öğrencilik yıllarında coğrafya derslerinde adlarını ezberlediğimiz cins cins rüzgârlara bırakır. Emekliler için uygun olmayan bir iklim. Covit-19 yine hortladı diyor bilim insanları. Bilim insanlarını dinleyip kalabalıklardan uzak durmak gerek isteyip istenmesek de.

Emekliler için bölgemizin sıkça değişen hava olayları hoş değil. Kalabalıklardan uzaklaşmak hayatın akışının gerçeklerine ders düşüyor. Pazara gitmemek olmaz. Hafta pazarlarının insan kalabalığı uygun mu emeklilere? Evet, olayın farklı ve hayatı önem taşıyan diğer bir boyutu; dar gelirlilere, işsizlere uygun mu hafta pazarları? Uygun değil elbet! Balık fiyatları ki, emeklinin başlıca satın aldığı balıklar. Hamsi ve istavritti çoğunlukla. Fiyatları geçen yıla göre ikiye üçe katlanmış. Adlarını bile saymakta zorlandığım pahalı balıkların tezgâhlarına bakmak bile lüks. Kasapların vitrinleri yine memnu özellikle düşük maaşlı emeklilere… Meyve- sebze fiyatlarının yükseliş hızı balık ve kırmızı etten geri kalır tarafı yok.

Geçen yıllarda ayakkabı için yüz- iki yüz lira bile lükstü. Ya şimdi? Ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Sözün özü enflasyon, gına geldi bu sözü duymaktan toplumun her kesimine! Bu kelimenin yaşamımıza girmesiyle başladı her şey. “Önce ekmekler bozuldu.” nitelemesi savaş yıllarının yoksullukları üzerine yaşananları betimlediğini bilir yurttaşlarımız. Şükrolsun! Görülürde 1940’ların savaş yıllarının acı koşullarını yaşamıyoruz. Peki, niçin yıl yıl alım gücümüzün düşer? Emekli ve dar gelirli yurttaşlarımızın ellerinin cüzdanlarına giderken titremesinin nedeninin düz mantıkla açıklaması yapılabilir mi?

Yaşamımıza giren beyaz camdan uzak durmak en iyisi. Artık izlemiyorum haberleri bile. Ekranlara çıkıp sesini artırmadan konuşan siyasi var mı bu güzel topraklarda!? Sanki bağırmak haklı olmanın göstergesi. Öğrencilere günde en az bir kez haberleri izlemelerini salık verirdik. Hatta ilkokulların ilk üç sınıfının ilk ders öncesi öğrenciler duydukları haberleri arkadaşlarına paylaşıp, haberlerin yorumu yapardık öğrencilerle birlikte. Aman siz siz olun genç beyinleri televizyon haberlerinden uzak tutun.

Durum ve hal böyle olsa bile “Yaşamak güzel be kardeşim.” Şairin dediği gibi, yaşamak gerçekten güzeldir. Koşullar ne denli olumsuz da olsa bu güzel topraklarda yaşamı renklendirecek güzellikler var. Günlerden Pazar. Hepşehri derneğimizin olağan toplantısı var. Taktım maskeyi derneğe gittim. Hemşerilerimin memleket ağzı konuşmaları beni çocukluk ve ilk gençlik günlerime, köyümün ak köpüklü çaylarına, yayla düzlüklerine götürür. Selamlaştık. Toplantının yapılabilmesi için katılım için gerekli doksan sayısı sağlanmadı. Arkadaşlar hızlıca okey ve seksen bir oyununa başladı. Dernek localının kitaplık ve gazete okuma bölümüne geçtik yaşam felsefesine saygı duyduğum bir öğretmen ağabeyle. Önceki hafta bana verdiği okuyup bitirdiğim Şafak Sancısı adlı eser hakkında uzun uzun konuştuk. Sohbetimize başka arkadaşlar da katıldı. Çaylar içildi.

Aynı okuldan benden üç yıl önce mezun olan öğretmen ağabeyle bir sonraki gün için İlçe Halk Kütüphanesinde buluşmak üzere dernekten ayrıldım. Kütüphaneden sürekli ödünç üç kitap alırım. Günlerden Salı. Okuduğum kitapları alarak evden çıktım. Yolumun üzerinde nalbura uğradım. İki cıvata ve somun almıştım. Alış-verişin tutarı tamı tamına yüz elli kuruştu. Cüzdanımda bozuk bir lira vardı. Parayı uzaktım nalbura. Elli kuruş eksik olunca vatandaş yüzünü ekşitti. Bütün paraları da bozmak istemedi.

Kitaplarım elimde nalbura uğradım yeniden. Elli kuruşu ödemeliydim. Karşıma genç bir bayan çıktı. Parayı alınca içtenlikle teşekkür etti. “Keşke bütün insanlarımız sizin gibi duyarlı olsa!” derken hoşça gülümsüyordu. İçtenlikle gülen bir yurttaş görmek güzeldi.

Kütüphanede buluştuk. Daha önce okuduğum ve önerdiğim bir zamanlar ilçemizde de öğretmenlik yapan Fakir Baykurt’un kendi yaşam öyküsünü anlattığı üç cilt eserini ödün almak istiyordu öğretmen ağabey.

Kitaplar dolap raflarında bizi bekliyordu. Bu arada öğretmen ağabeyimiz de kütüphaneye üye oldu. Ben de raflar arasında sıkı bir inceleme yaparak yine üç adet kitap seçtim. Kütüphaneci arkadaşla üçlü oluşturup kütüphanenin yönetim odasında kitap ağırlıklı hoşça sohbet ettik.

Dünya dönmeye, İsrail bombaları altında Filistin halkı yaşam mücadelesi vermeye çalışıyordu. Ülkemizde ise kanun dışı olaylara katılanlar güvenlik güçlerimizce bir bir yakalanıyordu. Siyasilerimiz yaklaşan seçimlerin telaşesinde… Bu haberler bir yerlerden kulağıma geliyor yine de… Ebedi dost kitapların gizemli dünyası, iki düzeyli arkadaşla buluşmak tüm olumsuzluklardan uzak kalmanın makbul çaresi olma özelliğini yaşamımım her döneminde sürdürdü, sürdürmeye de devam edecek...

“Benim için yazmak nefes almak gibidir.” Diyor Neruda. Yetesiye beceremezsem bile ben de yazmak denen engin ummanının kıyılarında dolaşıyorum…

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

16.1.24

Türkler, Suriye ve Arap Yarımadası

 



1096-1272 yılları arasında Haçlı Savaşları adıyla adlandırılan, Avrupa ülkelerinden İslâm ülkelerine karşı seri seferler düzenlenmiştir. On üç adet olan bu savaşlarda amaç Hristiyanlarca kutsal sayılan Kudüs ve civarındaki toprakları Müslümanların elinden almak. Anadolu’ya yerleşen Türkleri Anadolu’dan çıkarmak diye ifade edinilebilir öz olarak. Avrupa’dan özellikle Hristiyan papazlarının kışkırtmasıyla sayıları yüz binlerce ifade edilen Haçlı Ordusu Anadolu’dan geçmek için yola çıktılar. Anadolu Selçuklu Devleti Türkleri, destansı mücadeleler vererek bu seferlerin akışına büyük oranda sekte vurdu.

Eğer Türkler haçlıların önünde kahramanca mücadele ermeseydi günümüzdeki Suriye, Filisin, İsrail ve de Arap Yarımadası Hristiyanların eline geçerdi. Ve Müslümanların sekiz yüz yıl süren İber Yarımadasındaki hâkimiyetlerinin akıbetine uğrardı. Günümüzde nasıl ki, İspanya ve Portekiz’de Müslüman yaşamıyorsa; Arap coğrafyasında da Müslümanlarlasın yaşaması olanaklı olmazdı. Türklerin Araplara klasik deyişle kurtarıcıları olmuştur.

Ortadoğu coğrafyasının Osmanlılarla ilgili bölümünü incelersek; Suriye topraklarının Yavuz Sultan Selim’in 1516’da Memluk Kuvvetlerini Mercidabık Savaşı’nda yenmesiyle biz Türklerin Eline geçtiğini görürüz.

Arap yarımadası da yine Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Ridaniye Savaşı ile Mısır’daki Memluk Devleti’ni yenince Mısır toprakları Türklerin eline geçti. Memluk Devleti yıkılınca Mekke, Medine havalisi Osmanlı Devleti’ni tanıdı. Osmanlılar uzun yıllar kutsal toprakların Kâbe’nin koruyucusu, maddi yönden destekleyicisi oldu. Çoğunlukla Arapların yaşadığı bu topraklar beş asır Osmanlı himayesinde kaldı. Müslüman Türklerle din kardeşlerimiz Araplar barış ve huzur içinde yaşadı. 20. yy’in başlarına kadar bu birliktelik devam etti.

Osmanlı Devleti. Dünya savaşı sonunda yenildi. Günümüzün Türkiye’sinin güneyinde kalan topraklar İngiltere ve Fransa’nın işgaline uğradı. İngilizlerle işbirliği yapmayı kabul eden Mekke emiri Şerif Hüseyin’in beklentisi Arap Krallığı’nın başına geçmekti. (Kaynak: Atatürk ansiklopedisi)

Bu toprakların nasıl elimizden çıktığını görelim: 1900-1908 yılları arasında inşa edilen Hicaz Demiryolu 1322 km uzunluğundaydı. Bu yol Şam ile Mekke arasındaki ulaşımı kolaylaştırarak stratejik yönden de Türklerin bu topraklara hâkimiyetini artıracaktı. İngilizler tren yolunun işlerlik kazanmasına karşı çıktı. Bu proje ile Arapların geleneklerinin bozulacağı, yaşamlarının alt üst olacağı söyleminde bulunarak Arapları kışkırtmaya başladılar.

Osmanlılar,1. Dünya Savaşı’nda gücünü kaybedince Şerif Hüseyin’e, İtilaf Devletleri iktidarını tanıyacağını vaat ettiler 5 Haziran 1916’da isyan başlattı. İsyanı kışkırtan Edward Lawrense idi. Hicaz Demiryolu hedef alındı. 1917’de köprü havaya uçuruldu. Raydan çıkıp havaya uçan tren çöle doğru yan yatarak kendini durdurdu. O bu topraklarda yapılan muharebelerde Arap kardeşlerimiz (!) yaralı, hasta Türk Askerlerini hunharca şehit etmekte beis görmediler. Filmlere de konu olan askerlerimize Lawrence’la beraber Şerif Hüseyin’in kuvvetlerince arkadan vurulmaları biz Türklerin tarihinde kara ve acı sayfalarında yerini aldı…

Ortadoğu topraklarının zengin petrol yataklarına göz koyan İngilizler’den lojistik alan isyancı Şerif Hüseyin amacına ulaştı. Sarı İngiliz altınlarının İsyancıların gözlerini kamaştırdığını da belirtmeliyiz. Gelişen olaylar sonucu yapılan anlaşma ile Arap Devleti kuruldu.

Araplara Osmanlı hâkimiyeti yılları ve 3 asır süren Haçlı Savaşlarında göğüslerini siper eden Türkler sonunda büyük hüsrana uğradı. Hristiyan İngilizlerin kışkırtması ve yardımlarıyla batının himayesine girdiler. Bir kez daha görüldü; kutsal dinimiz, din kardeşliğimiz yaşanan olaylarda başat rol oynayamadı. Arkadan vurulduk.

Tarih bize şunu öğretti, öğretmeli. Yavuz Sultan Selim 1514 Çaldıran Savaşı’nı üstün silah gücüyle kazandı. Osmanlılar ‘da top vardı diğer silahların yanında. Safevilerin biricik silahı kılıç, mızrak ve oktu. Ve Biz güçlüydük. Çağın her yönden ileri devletiydik. 2 yıl gibi kısa süre içinde Mısır, Arap Yarımadasını fethettik.

Avrupa bilim, teknik kısaca her alanda ilerledi güçlendi. Osmanlılar, biz Türkler bir türlü tarım toplumu olma basiretsizliğini yenip batının ilerlemelerine ayak uydurup sanayi toplumu olamadık. 1683 Viyana bozgunundan itibaren yıl yıl geriledik. Yapılan savaşları kaybederek büyük toprak kayıplarına uğradık. Batının pazarı, güçsüz bir devlet olduk. Güçsüzlüğümüz sonucu 1. Dünya Savaşı’nı kaybedince Şerif Hüseyinlerde bir zaman bizim olan topraklarda hâkimiyet elde etti.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)

(Kaynak: Kısmen gazeteci Fazilet Şenol’un bir makalesi)

10.1.24

Zelzele

 



Beş sınıf ve beş öğretmenli köy ilkokulunda öğrenciydim. Bugün gibi ansırım üçüncü sınıftım. Tam gün ders yapılan okulumuzda öğleden sonra dördüncü dersimiz Türkçeydi.

“Çocuktum, ufacıktım, / Top oynadım acıktım. / Buldum yerde bir erik, / kaptı bir Alageyik./ Geyik kaçtı ormana, /Bindim bir akdoğana. Doğan yolu şaşırdı, /Kaf Dağı’ndan aşırdı.” Dizeleriyle başlayan Alageyik adlı şiiri tahtada ezbere okutuyordu bir kız arkadaşımız.

Bir anda sınıf sağa sola gitmeye başladı. Şiiri okuyan kız arkadaşımız ve diğer kızlar ağlaşarak öğretmenimizin yanına koşup bacaklarına sarıldılar. Hepimiz şaşkınlık içindeydik! Sarsıntı uzun sürmedi. Tüm sınıflar okulun bahçesine çıktık. Öğretmenlerimiz yer sarsıntısı, zelzele olduğunu söylediler. Bir yıl önce Yusufeli duvar ustalarının yaptığı okulumuz duvarlarında çatlama benzeri hasar yoktu. Yarım kalan derse girmeyip bahçede oyunlara dalıp sarsıntıyı unuttuk.

Yıllar geçti. Radyolardan olacak, Varto’da deprem olduğunu duymuştum. Bu kez ortaokuldaydım. O yıllarda tek eğlencemiz siyah-beyaz Yeşilçam filmlerinin oynadığı sinemalardı. Elli kuruşu edindiğimiz gibi öğleden sonra ders yapılmayan Çarşamba günleri birçok arkadaş, ilçemizde tek olan Ses Sinemasının müdavimi olurduk. Yine böyle bir gün adını anımsayamadığım bir filmde Varto depremi işleniyordu. Bir köy ağası, desise ile elde ettiği bir tazeyle hem hal olmak isterken kerpiç evin duvarları zalim ağanın ve zavallı avının üstlerine devriliyordu. Evin duvarlarının yıkılmasının nedeni yaşanan depremdi…

Öğretmen Okulu’nda okuduğum yıllarda yaşandı Emet depremi. Artık yer sarsıntısı Arapça kökenli olan zelzele kelimesi yerini Türkçe deprem kelimesine bırakmıştı. Okulda arkadaşlarla idarenin bilgisi ışığında Emet için yardım kampanyası düzenledik. Her teneffüste mikrofonla depremzedelerin acıları anlattık. Zaten kıt olan harçlıklarımızdan hayli bir meblağ toplandı.

Bu kez de deprem haberini köy kahvesinde duydum. Yetmişli yıllardı. Özellikle Sakarya ilini etkileyen bir deprem yaşanmıştı. Sakarya’ya yerleşen, öğretmenlik yaptığım Trabzon’daki köyüne ziyarete gelen bir arkadaşımız deprem haberini duyunca etekleri tutuştu. Hemen nahiyedeki PTT’ye koştu. Sakarya’daki yakınlarından haber almak istiyordu tez elden…

Sene 1999 aylardan Ağustos Şavşat’taki köyümdeyim. Yeni ev yaptırıyoruz. Kahvaltıdayız. İletişim aracı yoktu yanımızda. İstanbul’dan kızım aradı. Hüzünlü bir sesle konuşuyordu. Bilinen Gölcük depremini haber verdi. Evimize bir çeyrek saatlik uzaklıktaki lokantaya koştuk. Yıkılan binalar, hasar gören köprüler, enkazlar arasında çaresizce dolaşan insanların durumu içler acısıydı. Fakat deprem bize çok uzaktı. Belgesel bir film izlercesine izledik yaşanan akıl almaz yıkımı.

Bir hafta sonra Derince ’ye döndük. Dönüşte Sakarya sınırına yaklaştığımızda yıkımın etkilerini somut olarak gözlemlemeye başladık. Evimize gelirken sokaklarda gördüğüm yurttaşlarımın halini betimlemeye kelimeler yetmez. Günlerde yüce dağ başlarında saatlerce süren dolu yağışının altında kalan yorgun, uykusuz çobanlar gibi şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı şaşkın şaşkın...

1999 depreminin yaraları tamamen sarılmazken bu kez Hatay, Adıyaman, Kahramanmaraş ve çevre illerde büyük yıkım ve acılara neden olan 2023 Şubat depremi yaşadık. Van, Malatya, İzmir depremlerini de gördü bu topraklarda yaşayan bizler.

Şu gerçeği yazmazsam depremle yaşamayı öğrenmiş, bu uğurda mesafeler kat etmiş ülkelere, o ülkelerin bilim insanlarına ve siyasilerine haksızlık etmiş olurum. Çok yakında yedinin üzerinde deprem yaşandı Japonya’da. En son dinlediğim haberlerde can kaybının 128 olduğuydu. Allah saklasın aynı şiddette bir deprem İstanbul ağırlıklı Marmara Bölgesi’nde yaşansa yaşanacak yıkımı ve can kaybını düşünmek bile istemiyorum.

Deprem konusunda bizleri hemen hemen her gün uyarıyor bilim insanlarımız. Uyarılarılar da gerçekleşiyor istemesek de. Ve maalesef siyasilerimizin birinci gündemi rakiplerimizi nasıl alt ederiz. Yaklaşan yerel ve ileride yapılacak seçimlerde başarılı olma telaşesi…

Çocukluk yıllarımda, dünyanın bir sarı öküzün boynuzlarında tutulduğu söylenirdi. Ve sinekler öküzü rahatsız ettiğinde öküz kafasını sağa sola sallarmış. Bu sallanma sonucu zelzele oluşur derlerdi. Söylenti buydu köylerimizde. Günümüzde artık bu söylentiye inanan kalmadı. Bilim insanlarına inanıyoruz: Depremlere neden olan doğa olaylarının yaşanması olduğu.

Depremin oluş nedenleri öğrendik öğrenmesine de, depremle yaşamayı öğrenemedik henüz. Konutlarımız depreme yetesiye dayanaklı değil. Ülkemiz maalesef deprem kuşağında. Yaşanabilecek olası depremlerden en az zararla kurtulmanın yollar var elbet. Ulusça bu güce sahibiz. Yeter ki, bu konuda kesin irade oluşsun. Deprem acılarını ve yıkımlarını ulusal seferberlik yaparak engelleyebiliriz.

Yaşanan Şubat depreminde kentsel dönüşüm, evsiz kalan yurttaşlarımız için Zorunlu Motorlu Taşıtlar vergisi iki kez alındı. İçtenlikle inanarak öneriyorum: Ülkemizde yaşanabilecek depremleri karşılamak için ulusal seferberlik yapılmalı. Sakarya Savaşı öncesi Mustafa Kemal meclisin kendisine verilen yetkiye dayanarak Tekâlif-i Milliye Emirleri yayımlayarak halkımızdan ordumuz için yardım istedi. Ve toplanan yardımların zafer kazanılmasına büyük katkısı oldu.

Aynı biçimde bir kanun çıkarılıp; yurtdışına turistik gezi, Hac ve Umre ziyareti yapan yurttaşlardan depreme dayanıksız konutlar hızla kentsel dönüşüme tabi tutmak için belirli oranlarda para tahsil edilmeli. Ayrıca hükümet bu uğurda bütçe olanaklarını zorlayarak kaynak aktarmalı…

Umuyor ve diliyorum böyle bir uygulama için gerekli açıklamalar yapılır, halkımız bilgilendirilir. Elde edinilecek kaynak belirlenen amaçlar için kullanılacağına halkımız kani olursa ulusça deprem korkusu ile yaşamaktan azat oluruz.

İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)