Yılın her haftası, hatta haftanın her
gününde kitap okumak ekmek kadar, su kadar bir gereksinimdir benim için. Ele
aldığım bir kitabı bitirinceye kadar okumadan bırakmam. Fakat ara ara bu
yöntemimden vaz geçtiğim oluyor istemeden. Klasiklerden okumadığım roman
kalmadı dersem abartı değil. Kitap fiyatları aldı başını yürüdü. Sarraflar ve
ikinci el kitaplar bile el yakıyor. Maaştan kitap için para ayırmak olanaklı
değil benim için. Haliyle Halk Kütüphaneleri başvurduğum kitap kaynaklarımdır.
Üzülerek belirtmeliyim son yıllarda
kütüphaneler kitap susamışlığımı gideremiyor. Raflar kitap dolu oysaki.
Tanınmamış yazarlardan süslü kaplı kitaplar. Bu kitapların yerleri ve diziliş
sıraları değişmiyor. Sadece rafları süslüyorlar. Sıradan bir okuyucuya hitap
edecek kitaplar buharlaşmış nedense(!).
Kütüphane ziyaretlerinde ince
eleyerek üç kitap seçerim. Seçtiğim kitapların çoğu kez üçünü de okurum.
Maalesef beğenmeyip yarıda bıraktıklarım da oluyor. İki hafta sonunda
beğeneceğim kitaplar bulmak ümidiyle soluğu yeniden kütüphanede alıyorum.
Hakkını teslim etmeliyim ilginç kitaplara da rast geliyorum nadiren. Şavşat
İlçe Halk Kütüphanesinden okuduğum Julıa Alvarez’in Kelebekler Zamanı son
yıllarda okuduğum en güzel romanlardan birisiydi. Ve son Canan Tan’ın Pembe ve
Yusuf adlı romanını okudum.
Romanın özellikle final bölümü
heyecan kasırgası… Namus cinayetine giden kadınlarımıza ithaf edilmiş bir ağıt.
Diyarbakırlı feodal ilişkiler içinde yaşanan geniş bir ailenin romanı Pembe ve
Yusuf. Ataerkil bir aile. Romanı özetlemeye gerek yok. Sözleri Hamurabi
Kanunları’ndan sert bir aile babası. Bir biçimde, baba deyim yerindeyse zinciri
kırarak aileden kopup İstanbul’a kapağı atar.
Kurnazlıkla el koyduğu; kardeşleriyle kazandıkları parayla büyük kentte
bir daire satın alır. Eşi ve iki oğlunu da yanına alır…
Karısının söz hakkı yoktur aile
içinde. İki oğlunu ilkokuldan sonra okutmaz. İş edinir. Kahvehane işletmeye
başlar. Çocuklarını da kahvehanede çalıştırır. Maddi sorunu yoktur ailenin. Eşi
kocasının karşı konmaz baskı ve isteği sonucu iki çocuk daha doğurur. Üçüncü
çocuk kız evladıdır. Babanın gözünde kız çocuğunun yeri yoktur. Yıllar geçer.
İki büyük oğul esnaf olarak geçimlerini sağlamaktalar. Son erkek çocuk ablasını
çok sevmektedir tıpkı annesi gibi.
Babanın tek düşüncesi para paradır…
Biricik kızına eşi ölen varsıl komşu bir esnaf talip olur. Adam babası
yaşındadır kızın. Körün istediği bir göz Allah verir iki göz. Ailede tek söz
sahibi baba için parlak, kızı için kara bir güneş doğmuştur. Göz açıp
kapayıncaya kadar nişan yapılır. Kız nişan törenini güle oynaya kabul eder(!)
Oysa kendi yaşıtı bir gençle konuşmaktadır. Ve büyük gizlilik içinde sevdiği
gence kaçar. Evde kıyamet kopar. Baba hırsını eşinden çıkarır. Kadını
acımasızca döver.
Roman bu ya; kız gittiği evde mutlu
olamaz. Kaynana biricik tek oğlunu gelininden kıskanır. Sürekli dışlanır taze…
Nihayet gelin yeni doğurduğu bebeğiyle kapı dışarı edilir. Gideceği sıcak bir
yuva yoktur. Bir karlı Karakış günü baba evine sığınır. Babadan, “Gözüme
gözükmesin çatıdaki odada yaşasın.” Emri çıkar. Uğursuz bir hava esmektedir
baba evinde. Günlerden bir gün baba ve kendi sert, acımasız karakteri taşıyan
iki oğluyla erkekler toplantısı yapar. Kıza idam fermanı çıkar gerekçesi
yazılmayan kararda…
İyi de idamı kim gerçekleştirecek.
Görev küçük kardeşe verilir. Yaşı küçüktür onun. Fazla ceza yemez. Ağabeyleri
ve baba hapiste yalnız bırakmayacaklarının sözünü verirler abla katili olacak
çocuğa. Ablasını çok seven çocuk bu akıl dışı eylemi kabul etmez. Üç gün süre
verilir küçüğe. Çocuk yemeden içmeden kesilir. Dalgın dalgın dolaşmaktadır.
Anne ve idam fermanı yazılı kız durumdan kuşkulanır.
Nihayet üçüncü gün sona ermektedir.
Anne çatı odasına çıkar. Gördükleri kıyameti olur. Kadersiz kızının kendini
asmıştır. Dünya başşehri diye ünlenen İstanbul’un ortasında bir biçimde töre
cinayeti uygulanmıştır. Küçük kardeş yıkılır. Evi terk eder. Anne kızından
geride kalan bebeği kucaklar. Doğduğu kente döner. Baba ve iki büyük oğul
yaşamlarını sürdürür kaldığı yerden.
Her yıl acımasız töre cinayetleri yaşanır
bu kadim topraklarda. Töre cinayetine mahkûm edilen bir kızın coşkun akan bir
nehire itelendiğini görmüştüm haberlerde. Kızın günü tükenmemiş mi demeli.
Yüzme bilen kızımız canını kurtarmıştı. Töre cinayetleri bir yana son yıllarda
ülkemizin korumasız güzel kadınları öldürülüyor. Kadın cinayetleri kanıksandı
ülkemizde adeta.
Avrupa, karanlıklar içinde yaşadığı
Ortaçağ boyunca özellikle kadınlar engizisyon mahkemelerinde mahkûm edip cayır
cayır yakmıştır. Engizisyon mahkemelerince işkenceyle öldürülenlerin sayısını
otuz ile altmış binlere ulaştığını yazar kara Avrupa tarihi. Engizisyonun ve
ülkemize has töre ve kadın cinayetlerinin günümüzdeki ahvalini a’dan z’ye kadar
incelemek düşünen insanlarımızın vaz geçilmez birinci görevi olmalıdır. Ve
Tolstoy diyor ki,“ Bir insan acı duyuyorsa canlıdır. Başkasının acısını
duyuyorsa insandır.”
Devam edecek.
İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, yazar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder