Sabahattin Gencal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sabahattin Gencal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21.1.24

İnsan

 


                                         “İNSAN”

Bilgisayardayım yine. İki gündür “depo” bölümünde terliyorum. Bir klasöre giriyor bir klasörden çıkıyorum. Baş döndürücü bir hızla dosyaları açıp kapatıyorum. Envanter sayımı gibi bir şey işte.

Bir ara, oğlum Ahmet, “Şimdi ne yapıyorsunuz?” diye sordu.

“Şimdi ne yapıyorsun?” sorusundan anlaşıldığı üzere önceden ne yaptığımı biliyordu. İki gün önce, üzerinde çalışmakta olduğum bir kitabımı daha bitirdiğimi söylemiştim kendisine. Onum için sorma gereğini duydu; çünkü kendisine İnşirâh Suresi- 5-8. Ayetlerini sık sık hatırlatırdım:

﴾5﴿ Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

﴾6﴿ Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

﴾7﴿ O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.

﴾8﴿ Ve yalnız rabbine yönel.

[Meal (Kur'an Yolu) -  İnşirâh Suresi - 5-8. Ayet]

Şimdi hangi kitaba başladığımı merak etmiş olacak ki sordu. Ben de, “Sonradan okurum, diye dosyaladığım yazılara göz gezdiriyorum. Ona göre bir karar vereceğim.” dedim.

Aslında daha önceleri, yegâne modelimiz sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’le (sav) ilgili bir eserle veda edeceğimi söylemiştim. Bir ara oğlum Fuat, kısa kısa nasihatler yazmamı istemişti. Onu da düşünüyordum, doğrusu. Ancak değil mi ki veda geçiyor aklımdan erteledim bu çalışmaları. İnsanoğlu işte. 81 yaşında olmama rağmen biraz daha yaşamak istiyorum. Tabii hayırlısıyla. İşte onun için başka bir şey yazmalıyım, dedim kendi kendime. İki gündür arayışım bundan. Arayışım tamamlanacak gibi. Envanterde en çok insan ve ahlakla ilgili konular çıktı. Onun için birkaç gün içinde “insan” ile ilgili tezgâhımı kurabilirim inşallah.

Evdeki Pazar çarşıya uyarsa doğum tarihim 28 Eylül 2024’te nur gibi bir İNSAN doğacaktır inşallah. Tesadüfün de böylesi... Tam da dokuz ay 10 gün ediyor. Sağlıklı ve kusursuz olsun da ne olduğu fark etmez.

Peki, bunu anlatma gereğini niçin duydum? Asıl burası önemli.

Ben, amaçsız olarak bilgisayarda dolaşmaktan sıkılırım. Sıkılmayacak gibi değil. İnternet ortamında boğulur insan. Onun için bir konu seçeceksin ve o konu üzerinde odaklanacaksın. Bu arada başka konulara da göz atabilirsin.

Daha önceleri de yazmışımdır. Klavye başında yarım saatten fazla duramıyorum; çünkü ayaklarım şişiyor. Ayaklarım şişince yatıyorum. Epeyce sonra kalkıyorum. Yatıyorum kalkıyorum...

Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor:

Allah katında amellerin en makbulü az da olsa devam üzere yapılanıdır.” (Hadis için bk. Buhârî, İman 32; Müslim, Müsafirîn 215-218, Münafıkın, 78)

Ben de, bir günde birkaç yarım saat çalışarak inşallah bir İNSAN inşa etmeye çalışacağım.

Bu konuda hepinizin dualarına da muhtaç olduğumuzu peşinen bildireyim.

Allah (cc) hepimizin yar ve yardımcısı olsun.

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy – İstanbul, 21. 01. 2024 

 


2.1.24

İşte Ben Böyleyim

 



“Zamanım yoktu; uzun yazdım.” demişti, adını unuttuğum bir yazar. Gerçekten de doğru söylemiş. Kısa ve özlü olarak yazabilmek için kavramları, terimleri, deyimleri ve genel anlamlı sözcükleri kullanmak gerek. Ayrıca giriş, gelişme, sonuç vb. bölümlerini planlamak gerek. Yazıyı defalarca inceleyip düzeltmek gerek. Bunlar da yetmez. Zamanın ve ortamın ruhu ile yazıyı cilalamak gerek. Gerek, gerek, gerek... Bütün bunlar da zaman ister.

Peki, benim zamanım yok mu? Başka biçimde yazalım. Benim gibi çalışmayan emeklilerin zamanı yok mu? Zamandan bol hiçbir şey yok benim için. Ama / ancak / fakat yine de kısa ve özlü yazamıyoruz. Neden mi? Neden olacak, biz de artık kafa kalmamış. Yaşlılıktan demeyeyim; çünkü birçok yaşlı gençlere taş çıkartır. Unutkanlığım salt yaşlılıktan değilse başka nereden olabilir? Alzheimer hastalığından olabilir. Başta depresyonlar olmak üzere başka hastalıklardan da olabilir...

Ne demişler; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Vücudumuzun o kadar da sağlam olmadığı malum.  Alzheimer değilmişim; ama anksiyete / kaygı bozukluğu istemediğimiz kadar... Kısaca ne olup bittiğini anlayamıyorum. İşin garip tarafı da doktorlar da anlayamıyor. Kırk defa yazmışımdır. Zamanın birinde bir doktor; “Siz gençlerden daha iyisiniz.” demiştir. Ben de, göğüslerim genişleyerek, “Beni gençlerle kıyaslamayın. Eski bene göre değerlendirin.” Biraz da övünmüş gibi oldum değil mi? Gibisi fazla diyenlerle sonra konuşuruz. Şimdi konudan çıkma zamanı değil. Bir doktor da hafıza testine yollamıştı beni. Neticeye ben de şaştım. 36’da 36 her soruyu istenildiği gibi cevaplandırmışım. Ama daha önce de yazdığım gibi ertesi gün test olsam sıfırı çekerdim. Yani günüm günüme uymuyor.

Ne demek günüm günüme uymuyor; dakikam dakikama uymuyor. Örnek ister misiniz? Birkaç dakika önce iştahla başladım yazıya. Bu noktaya gelince kendi kendime ne dedim tahmin edebilir misiniz? Ya senden okuyucuya ne? Okuyucunun şeyinde misin? Bundan on yıl kadar önce olsa neyse. Bir genç bloger, “Bilgileri biz de internetten bulabiliriz. Siz kendinizden ve tecrübelerinizden söz edin” diye bir yorum yapmıştı. Şimdilerde, istisnalar hariç herkes yalnız ve yalnız kendi duygu ve düşünceleriyle haşır neşir oluyor.

Bir zamanlar anılarımı da yazıyordum. Bir de Montaigne’nin sözünü payanda olarak kullanıyordum: “Bir insanda bulunan haller bütün insanlarda da görülebilir.” Sözde boşuna okumuyorsunuz, siz de bir pay, bir hisse çıkartabilirsiniz, demek istiyorduk.  Ya, sen ne dersen de...

Efendim, efendim, ben sadece okuduklarımı değil, yazdıklarımı da unutuverdim. Ne oldu kafam? Saksı gibi derler ya öyle bir şey. Bir saksı düşünün bin bir değirmen altından toprak getirilmiş, karıştırılmış karıştırılmış. Bir de bizim boyamızla... Hedef görünmeye başladı gibi. Birileri ne demiş, “Bu güneşin altında yeni söylenmiş bir şey yok.” Bazıları iyi halt etmiş deseler de biraz doğruluk payı var. Şimdi bir şey aklıma geliyor diyelim. Ama Milattan önce 5. Yüzyılda şu adam demiş buna benzer bir sözü. Eskiden o adamın ismini buluyor yani alıntı yapabiliyordum. Şimdilerde saksıdaki topraklar boyamızla öyle karışmış ki? Aynı potada eritiverdim, dersem araya gurur girer mi? Allah (cc) gururdan, kibirden korusun. “Zerrece kibir olsa kendime böyle kızar mıydım? Kendimi böyle deşifre eder miydim?” diyecek oluyorken aklıma, “Bazı alçak gönüllüğün altında da kibir vardır.” Sözü geliyor. Allah Allah, ne etsem olmuyor. İşte onun için zaman gerekir, akıl gerekir, bilgi gerekir, kültür gerekir, gerekir gerekir... Bu tekrarlara takılmayın sakın.

İşte ben böyleyim. Ben böyleyim derken saksıda domates yetiştireceğim demek istemiyorum. Saksıdaki boyalı ve karılmış topraktan okurlara biraz biraz vereceğim, demek istiyorum. Saksıyı boşaltacağım ki ben de güncellenebileyim. Kafam öyle şiş ki, öyle sancılı ki... Rahatlamak gerekir.

Doğrusunu söyleyeyim mi? Aslında başka bir yazı yazacaktım. Yazacak olduğum bir yazıya giriş yazayım diye oturdum klavye başına. Ama geldiğimiz noktada, “Girişi böyle olan yazı mutlaka kafaları şişirir.” diyerek sohbeti sonlandırıyoruz.

Oh be...

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 03. 01. 2024

 

 

1.1.24

Hatırla

Sabahattin Gencal- Nurhayat Gencal

 

(24. 01. 2016'da vefat eden 
rahmetli eşimle son yılbaşım)

    2016’nın ilk dakikaları...

           Ardına dönüp bakmadan hızla geçen zamanın 31 Aralık 2015 Perşembe gününden 01 Ocak 2016 Cuma gününe geçtiği anlar...

           Hatırla...

          52 yıldır aynı yastığa baş koyduğum, acı ve tatlı günlerimizi paylaştığım vefakâr, fedakâr sevgili eşim Nurhayat elimi tuttu, parmaklarımız, her zamanki gibi kenetlenince “Hatırla...”dedi bana.

Hatırla kelimesinden sonra konuşmasına devam etti. Eğer devam etmeyip bir solukluk olsun sussaydı bu ara anda bazı çağrışımlar yapabilirdim. Örneğin:

           Hatırla sevgilim o mesut geceyi

           Çamların altında verdiğin bûseyi... güftesini Ya da;

           Hatırla Sevgili o eski günleri

           Çocuklar gibi

           Efkâr mektubudur aşkın sözsüz okunur

           Yalan dünya dört mevsimde bir bahar olur... şiirini ya da başka bambaşka anılarımızı hatırlayabilirdim; ama hasta eşim devam etti:

         “Bir dahaki sene bu anı hatırla ve ruhuma Yasin oku, dua oku, hayırla an...” Yukarıda verdiğimiz örnekler Nihavent makamındandı. Yani Nihaventten Yasin’i Şerife geçtik.

         Allah sağlıklar ve hayırlı uzun ömürler versin; eşim cilt kanseri olduğu 1986’dan beri hep ölümden söz eder. 7 ameliyat geçirdi, birçok kez de hastaneye yattı. Bu dönemlerinde ölümden söz ederdi.                  

    Bir ara not yazayım: Eşim ölüm teması işler; ama ölümden korkmaz. Öteki dünya için hazırlanıp durur. Yeri gelmişken şunu ekleyeyim: Eşim ölümden korkmaz, ama öldükten sonra benim evlenme ihtimalinden korkar. Derler ya “Ölmekten değil, seni kaybetmekten korkarım...” Eşim, zaman zaman “Ben ölünce evlenirsen, gelir seni boğarım.” der. Onu anlıyorum, çünkü ben çok daha fazla kıskancım.

        Eşimin bu dünyada eşi görülmüş müdür bilemem. Her an ölecekmiş gibidir, ama hiçbir zaman neşesini, umudunu kaybetmez. Bir odadan bir odaya köşelere tutuna tutuna gider; ama doktorun önerdiği baston kullanmaz. Ağrılar, sızılar onu işinden de düzeninden de alıkoyamaz. Bu konuyu çokça işledim, yine tekrar edeyim O bir saat gibidir. Her işini tam zamanında, en güzel, en düzenli biçimde yapmadan rahat edemez... 

        Sevgili eşim zaman zaman “Bu anı hatırla.” demiştir bana. Ama bu kez deyişi biraz farklıydı. Onun için Allah’tan hayırlı uzun ömürler dilemekten başka bir şey diyemedim ona.

        Sözünü ettiğimiz “anı” yani yılbaşını nasıl geçirdiğimizi, Allah ömür verirse gelecek sene de, sonraki seneler de hatırlamak için bu notları yazma gereği duydum.

        Yılbaşı gecemiz diğer gecelerden biraz daha farklıydı. Farklıydı derken yanlış anlamalara meydan vermiş olmayalım. Nurhayat, televizyonlarda dinlediği vaizlerden etkilendiği için hemen hemen her gece yaptığı hazırlığı yapmadı, ilâç altı için bazı şeyler atıştırdık o kadar.

             Biz her gece yatakta televizyon izleriz. Oturma odasında da televizyon var; ama eşim bacaklarını sarkıtamadığı için zorunlu olarak yatakta oturur. Yatsıya kadar yatak örtüsü üzerinde, yatsıdan sonra yorgan altında.                                                  

        Yeri gelmişken söyleyeyim, çıkmakta zorlandığı yüksekçe yatağımız adeta büyük bir masa gibidir. Bu masada yemek yeriz, bu masada oyun oynarız. Eşim yatakta oturur, ben de yatağın kenarındaki bir sandalyede. Eşimin oyun merakını defalarca yazmıştım ya tekrar edeyim günde 2-3 defa oyun oynarız. Oyun tek eğlencemiz nerdeyse. Tabii oyunu eğlenceye çeviren eşimin oyun esnasındaki şakalarıdır. Bin türlü şakası var. Daha evlenmeden önceki oyunlarımızda beni yenince tüylerimi yolar gibi yapar ve havaya uçururdu. Şimdilerde de el kol hareketleri yaparak beni güldürmeye çalışıyor. Söylemem ne derece doğru bilemem ben çok az gülen biriyim. Eşim ise her durumda gülebilen, şaka yapabilen biridir. Yine bir ara söz daha:

        Büyük oğlumuz Fuat, başka deyişle koç gibi doğduğu için Koçum dediğimiz Fuat, eşimin sırdaşı gibi. Fuat’tan 6 yaş küçük oğlumuz Ahmet de  daha küçük doğduğu için Serçe'mizdir. Biz hep takma isimlerle birbirimize hitap ederiz: Serçe'mizin çocuğu olmadı. Koç'umuzun ikizi var. Birine Küçük Koçum deriz, diğerine de Bülbülüm. Biri 3 yaşında, biri de bir haftalıkken ölen kızlarımız vardı. Bunların sevgileri Bülbüle... Bülbül bunu anlayacak yetenektedir, eminiz ki bir gün bizlere karşı sevgisini bülbül gibi şakıyacak. Eşim benim Nuruşum, ben Onun Seboşuyum...

 

           Seboşla Nuruş 2016’ya Başiskele’deki evlerinde yalnız olarak girerler.

        Birden üçüncü ağızdan yazmaya başladım. Gerçekten, ben beceremiyorum üçüncü biri hayatımızı yazsa daha güzel olurdu. Güzel ne kelime efsane olurdu.

        Yılbaşı gecesinden başladık, bu geceyi anlatmadan neler yazdım neler... Bunları geçerek yılbaşına dönelim. Bu yazıyı yılbaşından iki gün sonra yazıyorum. Olsun, televizyonlar da yılbaşı programlarını daha sonraları özetle vermiyorlar mı?

        Bu yazıyı yazacağımı eşime söyledim. O da “Şunu da yaz bunu da yaz .”dedi. Ve de içinden ne geçirdiyse gözyaşlarını akıttı. Nasıl olduğumu anlatamam. Bereket gözyaşları anlık. Birkaç dakika sonra neşe veriyor bana.

        “Biz hayatımızı yazıyor değiliz kaldı ki çeşitli vesilelerle çokça yazdık.” diyorum. “Olsun” diyor ve ekliyor “Belki de son yazımız...” Allah uzun ömürler versin. İnsan bu duygularla yazabilir mi?

        Bir türlü yılbaşına giremiyoruz. Yine geriye dönüyoruz.

        30 Aralık 2015’te Kocaeli Tıp Fakültesi’ne gittik. Dekan Prof. Dr. Zafer Utkan Bey çok iyi karşıladı bizi. Nurhayat’ı son on sene içinde üç defa ameliyat etti, her seferinde de çok iyi karşıladı bizi. Allah ondan da tüm doktorlardan da razı olsun. Muayeneden sonra ilâç verdi, bazı tavsiyelerde bulundu ve 6 ay sonra kontrola gelmemizi istedi. Doktorla vedalaşır gibiydi eşim. Eşime teyze diyen, anam gibidir diyen doktorumuzun “6 ay sonra gelin.” sözünü eşim 6 ay ömrüm kaldı, diye yorumluyor. Bu da ayrı bir hastalık. Yılbaşına bu duygularla girdik.

 

           Yatsı namazından sonra yorganın altına girdik. Televizyonda gezindikten sonra O ses Türkiye Özel’de meşhurlardan şarkılar dinlemeye başladık. Nurhayat hepsinden çok daha güzel şarkı söyler. Onun şarkı arşivi çok zengindir. Çoğu zaman bana sitem eder “Beni körelttin.” der. Belki öyle oldu; ama neden acaba? Nedenini anlatmadan benim müzik kültürümün sıfır olduğunu söyleyeyim. Bir şarkı, bir türkü bile söyleyemem; ama müzik dinleyince hayallere dalarım. Bu müziği nerede dinledim, kimden dinledim, kimlerle dinledim, nasıl etkilendim vb. gibi birçok şey aklıma gelir. Örneğin Yeşil Kurbağalar türküsünü dinleyince, taa 1960 yılına, Ordu’nun Perşembe’sine giderim.

    Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’ndaki izci arkadaşlarımla Perşembe İlköğretmen Okulu'na kampa gelmiştik. Perşembeli öğrenciler güzel şarkılar, türküler söylüyorlardı. Bunlardan biri de Yeşil Kurbağalardı. Perşembe’yi çok sevmiştim. Allah’tan 1964 yılında Perşembe Ortaokulu’na verildim. Dere kenarındaki evimizin balkonundan kurbağa seslerini de dinledik. 

           Demem o ki şarkılar bir yerlere götürür insanı, belki bunun için Nurhayat şarkı mırıldanınca neler hissettiğini sorardım. İşte bu sorularımdan sebep şarkı mırıldanmayı bıraktı. İyi oldu, onun şarkılarda kaybolmasını bir an için bile yanımdan ayrılmasını istemem. Gerçekten zorunlu olmadıkça birbirimizin yanından ayrılmayız. El ele gönül gönüle günlerimizi geçiriyoruz.

 

           Yatsıdan sonra televizyon izlerken uyuyuverir Nurhayat. Bir saat uyur uyumaz, bir daha sabah namazından sonra uyur. Yani uykusuzluk rahatsızlığı da var. Ama o bunu sıkıntı yapmaz abdestini alır zikrini eda eder.

          Yılbaşı gecesi de uyudu Nurhayat. O uyuyunca ben de cep telefonuyla internete girerek makale okumaya başladım. Bir müddet sonra uyandı ve tekrar televizyonu açtırdı. Televizyon izlerken biraz sonra elime tuttu, parmaklarımız kenetlendi ve “Bu anı hatırla...”dedi.

         Hatırla...

   “Hatırla” belki son sözümüzdür, ayrılsak da sevgimiz ölümsüzdür.

             Sabahattin GENCAL, Başiskele-Kocaeli, Ocak 2016

            __________________

(Gencal, Sabahattin, Dünya Labiredinde Ben / Biz, s. 329, 

Cinius Yayınları, İst.2018)

26.12.23

Tamam mı, Devam mı?

 




Gerçek yaşamın ucunda oyalanıp dururken 2010’larda sanal yaşama adım attım. Açık deyişle İnternet Okyanusunun kıyılarındayım. Kıyılarda olma duygusu çok yaşanılan; ama anlatılamayan duygulardandır. Benim gibi 80 yaşında yani gerçekliğin ucunda, sanalın kıyısında olanlar vardır belki. İşte, ancak onlar anlayabilir beni. Tabii, bir de siz sevgili okurlarım...

Kıyılarda olmak tehlikelidir. Ya okyanusa dalacaksınız ya da hiç girmeyeceksiniz. Benim gibi hep kıyılardaysanız en hafif esintilerde karaya vurmuş balık gibi olursunuz. Kaldı ki bu son zamanlarda dalga boyları arttı. Kırılan dalgalar sahilleri dövüyor zaman zaman... Tabii, olan da biz garibanlara oluyor her zaman. Seriliyoruz kumlara. Sonra? Yine düşe kalka kıyıdayız. Hep böyle geçti bu son seneler...

Kendimi anlatabilmem için böyle benzetmelere başvuruyorum. Başka türlüsü olanaksız. Bir ton kelime kullansam yukarıdaki satırların sezdirdiğini açıklayamazdım.

Siz, sezgileri de kuvvetli arkadaşlarım. Sizlere söyleyeceklerimi bir çırpıda söyleyemiyorum. Mahcubiyetimden dilim dolaşıyor. “Söz / boğaz dokuz boğumdur.” derler ya... Şimdiye dek her boğumda / düğümde düşündük, ölçtük, biçtik, şöyle ettik, böyle ettik; kısaca kafa yorarak anlatmaya çalıştık. Anlayan anladı bizi; ama anlamayanlar da çıktı. Onların da canı sağ olsun...

Devir değişeli çok oldu. Şimdilerde herkes sözünü esirgemez oldu. Herkesin birbirini kırdığı bu döneme karşı direnmeye çalıştım doğrusu. Ama gördüm ki zerrece olumlu katkım olamadı. Olamazdı da. Suların yukarı doğru akıtılamayacağını göremedim. Aslında dinamo, motor vb. teknolojiyle sular yukarı doğru akıtılabilir; ancak bizde o donanım yok. Onun için her projemde başarısız oldum. Kısaca değineyim:

Şi-Lâm (Şişeli Lâmba, aydınlatma projem) tutmadı.

HEEY (Hukuk+Eğitim+Ekonomi+Yönetim öncelikli projem) yerle bir oldu.

Sa-Gen (Yazarlar Grubu) projemiz de tutmuyor gibi. Tutmayacak gibi demek daha doğru. Çünkü dönem mi dersiniz, ortam mı dersiniz, iklim mi dersiniz, egemen güçler mi dersiniz; ne derseniz deyin her egemen yazarların susmasını istiyor. Tabii yazarlar da çekiniyor. O kadar ki Sabahattin Gencal gibi özene bezene yazsanız da, kırmamak için kelimeleri dokuz filtreden geçirseniz de suçlanmaktan kutulamazsınız. Şunu ima ettiniz, şunu kinayeli kullandınız, Şuraya fazladan bir nokta koydunuz vb. der ve sizleri suçlarlar. Bu yetmezmiş gibi soruşturmalarda, yargılamalarda zihninizi okumaya kalkarlar... Ve al başına belâyı... Böylesi durumlarda “Yazmaya yürek ister.” Valla, ben de o yürek yok. Kalp ritmim bozuk zaten. Bir kalp ki pır pır ediyor içimde. Kaygı bozukluğumu da sormayın. Bu günlerde öyle kaygılanıyorum ki sormayın. Aklı başında olan, vatanını, milletini düşünen böyle işler yapmaz diyorum ve kötü kötü senaryolar kuruyorum. Allah devletimize ve milletimize bir zeval vermesin.

İnşallah bize de bir zeval vermez Yüce Rabbimiz. Tabii, bütün önlemleri almalıyız ki siz değerli arkadaşlar, yazmamakla bu önlemi almış bulunuyorsunuz. Bunu sitem olarak söylemiyorum. Doğruya ne denir?  

1965’lerde sendika kurmaya çalışan öğretmenlere, sendika neyinize kanarya sevenler derneği kurun diyenler vardı. Nedense o aklıma geldi. Sa-Gen Yazarlar Grubu’na da farkındalık yaratmak sizin neyinize, doğal güzellikleri anlatın. Çiçeklerden böceklerden; zülfü yâre dokunmayacak anılardan söz edin vb. diyenler olur mu bilemem. Böyle diyenler olursa hiç birimiz bu sözleri kaldıramayız.

Sadede gelelim. Kıyılarda dolaşırken başta Şi-Lâm ve HEEY projelerim olmak üzere birkaç projemi, istemeyerek de olsa sonlandırdım. Ancak Sa-Gen Yazarlar Grubu Projesini tek başına sonlandırma hakkını kendimde göremiyorum. Arkadaşlarıma karşı zerrece saygısızlık yapmak istemem.  Ben hal-i pür melalimizi dolaylı biçimde de olsa anlattım. Sa-Gen’in devam etmesi veya etmemesini sizin kararınıza bırakıyorum. Tamam mı, devam mı? Lütfen oylamaya katılınız. Bir oy bir oydur. Salt çoğunluğun kararına göre çok cılız olarak seyreden projemizi ya tamam diyerek sonlandıracağız ya da yılbaşından itibaren korkulara karşı durarak kelimeleri konuşturacağız.

Sahile vuran dalgaların sesini duyanlar benim de sesimi /söylemek istediğimi duyabilirler.

Hayırlı olması dileğiyle...

Sabahattin Gencal, 26. 12. 2023

  

 

15.11.23

Kilometre Tamam - Bakım İster

 

Ahmet Gencal- Sabahattin Gencal- Fuat Gencal
BABA VE OĞULLARI ÜMRANİYE'DE
14. 11. 2023
*****
Kilometre Tamam - Bakım İster

Bu yazı bir şikâyet veya bir yakınma yazısı değil. Bu yazı bir durum tespiti ve durumdan ders çıkarma yazısıdır. Bu yazı, aşağıda belirtildiği üzere biraz da sakıncalı bir yazıdır. Onun için bu yazı yalnız ergin olanlar için uygundur.

Allah’a (cc) hamt olsun iyiyim. Ancak, ufak tefek rahatsızlıklardan ötürü- Allah bağışlasın, bir zeval vermesin- oğlum Fuat ile oğlum Ahmet bu son altı aydır, aile hekimliği, devlet hastanesi ve özel hastane demeden beni doktorlardan doktorlara taşıdılar.

Doktorlardan da Allah (cc) razı olsun. Beni muayene ettiler. Tahliller yaptırdılar. EKG, Eko ve filim çektirdiler. Solunum testi yaptırdılar. Endoskopi yaptırdılar. Renkli doppler ve ultrasyon yaptırdılar, tomografi çektirdiler... Tabii bunları değerlendirdiler de. Sonra ilaçlar ilaçlar. En çok da antibiyotikler...

Toplumumuzda çok antibiyotik kullanıldığını okumuştum. Ben de uydum topluma. Ve de büyük ihtimalle antibiyotik kullanmada rekor kırmışımdır.  Bu rekor Guinness rekorlarına girer mi acaba?

Antibiyotiklerin yararlarını ve zararlarını az çok bilirsiniz. Ama ben, toplumda çok bilinmeyen bir zararı üzerinde duracağım. Evet, burası mühim:

Veterinerler, oğlum Fuat’ın affedesiniz ineklerine antibiyotik yaptıkları zaman, “Bu ineğin sütü şu kadar gün kullanılamaz.” derlerdi.  Bu demek oluyor ki – Benzetmede hata aranmaz.- Bizim sütümüz de yazımız da bir müddet kullanılamaz. Kısaca, zararlıdır vesselâm. Ancak, evet ancak –yukarıda yazdığım gibi- ergin olanlara şifalıdır.

Doğrusu, her türlü hasbihal yazısı yazmıştım; ama böylesini de yazmak nasip oldu işte. Belki sizler de böyle bir yazı ilk kez okuyorsunuz. Evet, Antibiyotikli sözler. Ya keşke başlığa da “Antibiyotikli Sözler” yazsaymışım. Şimdi aklınızdan şöyle geçiyordur: Keşke demeye ne gerek var. Başlığı sil ve istediğini yaz. Nasılsa yayınlamış değilsin. Haklısınız; ama bildiğiniz gibi değil. Beni tanımaya çalışan birkaç kişinin de tahmin edebileceği gibi ben olduğu gibi görülen, görüldüğü gibi olmaya çalışan, yanlış da olsa bundan ötürü eksiğini yanlışını da düzeltmeyen biriyim. Tabii maddi hatalar hariç. Derler ya eğrisiyle doğrusuyla, eksiği ile gediği ile... Amasıyla, ancakıyla, gibisiyle vb. Zaten böyle olmasaydım bu yazıyı yazmazdım, değil mi? Özellikle büyük oğlum, bu tür yazılarımdan haz etmiyor. Olumlu düşünelim, diyor. Her şey güzel olacak, diyor.

Ya, durum tespiti olumsuzluk değil ki. Aksine çook önemlidir. Durum tespiti yapmaksızın hiçbir araştırma, hiçbir inceleme yapamayacağınız gibi bir arpa boyu yol da alamazsınız. Durum tespiti yapacağız; ancak TÜİK gibi yapmayacağız. TÜİK’in verilerinden hareket edenler, dünyanın en iyi araştırmacısı olsalar dahi çuvallarlar. Biz, sanki kameraya alınmış gibi aynen yazacağız:

14. 11. 2023 Salı günü, saat 18.50. Bir özel hastanenin bir polikliniğine giriyoruz. Muayeneden sonra doktor yanımda bulunan küçük oğluma diyor ki: - İşte burası önemli- “KİLOMETRE TAMAM-BAKIM İSTER.”

Şaşırdım birden bire, başkaları konuşurken araya girmek adedim olmadığı halde, “Özel bakım mı?” diye soru verdim. Allah (cc) kendilerinden razı olsun aile bireylerim el üstünde tutuyorlar beni. Bakıma gelince her şey hesaplı kitaplı, zaman ayarlı... Başka türlü nasıl olabilir ki, diye aklımdan geçtiği için söze karıştım. Ama doktor da çit yok.

15 gün sonra gelmek üzere poliklinikten ayrılınca, dışarıda bekleyen büyük oğluma; “Kilometre tamam. Bakım ister.” dedim. Büyük oğlum Fuat, hazır cevap. "Yanlış anladınız. Hani arabalar belli bir kilometre yapınca bakıma girerler ya. İşte onun için demiştir.” gibi sözler etti. Küçük oğlum Ahmet de aynı şeyleri terminolojiye uygun olarak söyledi. Daha sonra gelen torunum Sabahattin de... Ya, ben onlardan daha iyi mi bileceğim, dedim ben de. Doktorun ne için söylediğini bilemeyiz tabii. Allah ondan da razı olsun. Allah doktorlara düşürmesin, onlarsız da yapmasın.

Bu araba benzetmesi de fena değildi. Biliyor musunuz? Bir tarihler “Makine İnsan” başlıklı bir yazı okumuştum. İçeriğini unuttum. Ama bedenimiz de en harika biçimde çalışan, mucizevi bir makine gibidir. O zaman artık ihtiyarladık, demeden şöyle diyeceğiz:

80 yılımı geride bıraktım. 81.yılın bakımını da yaptırmış oluyorum. Tabii tabii... yaptırmak gerekli. Çünkü bu beden bize emanet. Emanete hıyanetlik olmaz... Ne derler? Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.

Kafa dedim de aklıma yine Prof. Dr. Niyazı Kahveci’nin sözü geldi. Dinlemişseniz, siz de duymuşsunuzdur. İki de bir Kafa Katmanından söz eder ve toplumumuzun bu konuda 5 bin sene, şu konuda 10 bin sene vb. geride olduğunu ilave ederdi. Benim kafa anksiyeteli kafa. Açıkçası kaygı bozukluğu var. Ancak bu rahatsızlığımı lehime çevirmeye çalışıyorum. Nasıl mı? Bilindiği gibi anksiyeteliler, “Kapıyı kapattım mı, ocağın altını söndürdüm mü? Anahtarı aldım mı? vb. gibi sorularla vesveselerle günlerini tüketirler. Benim işle güçle, kapıyla ocakla, hatta ilaç alıp almamamla işim yok. Sağ olsun aile bireylerim. Her şey tıkırında. Ben başka konuları merak ediyorum. Örneğin Türkiye’mizdeki yargı krizi danışıklı mı danışıksız mı? Ekonomik çöküşümüz önceden ayarlanmış mı ayarlanmamış mı? Hazine arazileri yine peşkeş çekilecek mi çekilmeyecek mi? Toplumumuzdaki gizli açlık gizli mi kalacak? Yoksa?

Bilimsel çalışma “acaba?”yla başlar, merakla yoluna girer. Sabırlı, yöntemli ve az da olsa aralıksız çalışmayla devam eder ve de akla uygun çözümlerle sona erer. Anladınız, demek istediğimi. Allah bana bu son günlerde unutkanlık verdi. Çünkü yeni bir çalışma yapmak için kafadakileri unutmak gerekir. Ben ne kadar zorlasam unutamıyordum. Ama Allah sildi mi siliyor. Üstelik anksiyete de fazlasıyla var. Ee sabır da devamlı çalışma arzusu da olunca...

Üstelik 81.yaşın bakımını da yaptık. Bundan böyle böyle yazılar, bundan böyle şöyle yazılar yazabileceğiz inşallah.

Artık son cümleleri ben yazmayacağım. Sizler, yazmadığımı veya korkudan ötürü yazamadığımı okursunuz inşallah.

 

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 15. 11. 2023

 

 

13.11.23

Bugünün İşini Yarına Bırakma

 

Sabahattin Gencal
Çekmeköy, 13. 11. 2023

Tarih öğretmenimiz anlatıyordu:

İstiklâl Savaşı yılları. Düşman Polatlı’ya kadar dayanmış. Buna rağmen eğitim öğretim devam ediyor. Öğrenciler zil sesleriyle değil top sesleriyle sınıflara giriyorlar.

Benim öğretmenim sınıfta ne anlatıyor acaba?

Gözbebeklerimiz öğrencilerimiz nasıl bir algı oluşturuyor? Velilerimiz mevcut durumu nasıl değerlendiriyor?

Ve vatan millet aşkı, İstiklâl ruhu nasıl perçinleniyor?

*

Sene 2023.

Hiç bitmeyen Haçlı Seferleri İsrail’de tezgâhlanıyor. Gazze’de İsrail ölüm yağdırırken öğretmenler ne düşünüyor acaba? Öğrencilerin, bebeklerin velilerinin ölüm feryatlarına sağır mı oldu bütün dünya?

*

Ve

Bir emekli öğretmen düşünüyor Çekmeköy’de. Hepimiz düşünüyoruz:

Allah (cc) beni Trabzon’un Akköse’sine mi gönderdi?

Allah (cc) beni İstanbul’un Çekmeköyü’ne mi gönderdi?

Hayır, hayır. Allah (cc) bizi en güzel biçimde yaratarak ve halife potansiyeli vererek dünyaya gönderdi.

Dünyaya mı? Pardon, kâinata.

Evet, kâinatı bize bahşeden Yüce Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

Sadece kendimizi geçekleştirerek, potansiyelimizi kullanabilecek düzeyde geliştirerek görevimizi yapmış mı oluruz?

Hayır, hayır. Peygamberimiz (sav); “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” (Buhârî, Mağâzî, 35. ) buyurmaktadır.  

Sadece insanlara mı? Allah’ın tüm yaratıklarına; evet taşına toprağına; kurduna kuşuna; havasına suyuna vb. her şeyine yararlı olma görevimiz var...

İşte insan olmak böyle bir şey. Yani sırf yemek içmek için mi, gezip tozmak ve oyalanmak için mi dünyaya gönderildiğimizi mi sanıyorsunuz?

*

Peki, eğri oturup doğru konuşalım:

Kaçımız insanlığımızın idraki içindeyiz?

Biz ne olup ne olmadığımızı bilemezsek elbette ki başkaları da bilemez. Ve şimdiye dek olduğumuz gibi bizleri sürünün bir koyunu olarak görürler. İnsan hakları imiş, hak ihlali imiş, insan onuru imiş...

En garibi de ne biliyor musunuz? Bizlere sürü muamelesi yapanların ağızlarından dini söylemler hiç düşmüyor.

Vay be.

"... Ey İman edenler! RAİNA! demeyin, "UNZURNA!" deyin/ Bizi davar (koyun sürüsü) gibi güt! diye konuşmayın, Bize bak! diye konusun, dileyin ve duacı olun...

 Bakara Suresi-104" ayetini de okumuyoruz.

“(Ey İman etmiş olanlar!) Ey Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik etmiş olan Müslümanlar!.. 0 Yüce Resule karşı (Raina demeyin) O Yüce Peygambere: Bizi gözet, kolla diye hitap etmeyin. (Unzurna deyin) bizi gözet, bize bak diye hitap edip. (Ve) o Yüce Resulün sözlerini tam bir hürmetle (dinleyin) onları güzelce anlamağa dikkat eyleyin. Ona hürmet etmeyen hakaret dolu lâkırdılarda bulunan, onu inkâr eyleyen (kâfirler için elim) pek acıklı (bir azap vardır.) Onlar o kötü hareketlerinin elbette pek dehşetli cezasına kavuşacaklardır.

Rivayete göre Müslümanlardan bazıları vakit vakit peygamber (s.a.v.)'in huzurunda bulunup yüce izahlarına nail olunca: Ya Rasüllullah!.. "Raina" derlerdi. Yani: Ey Allah'ın Peygamberi!.. Bizi gözet, kolla. Mübarek beyanatını güzelce anlayabilmemiz için bizi gözet, konuşurken yavaş ol diye istirhamda bulunurlardı. Hâlbuki Yahudiler "raina" tabiri ile başka bir mâna kasdeder, "Raiyna" der Bununla: "Sen bizim çobanımızsın" demiş olurlardı. Binaenaleyh peygamberin huzuruna gelince bir hürmetsizlik maksadıyla böyle bir hitapta bulunurlardı. Bunun üzerine bu âyeti kerime nazil olmuş, Rasüli Ekrem'e nasıl hitap edileceği ehli imana emredilmişti.

Velhasıl: Bu mübarek âyet bütün insanlığa pek mühim bir edep dersi veriyor. Konuşmalarda nezaketten ayrılmamayı, büyüklere karşı hürmete aykırı, yanlış yoruma tabi olacak lâkırdılarda bulunmamayı, bilhassa Rasûli Ekrem Sallallahü aleyhi vesselam hakkında daima edebe, hürmete aykırı tabirlerden kaçınılmayı emir ve tavsiye buyurmaktadır.” (Ö. Nasuhi Bilmen Tefsiri: 'Kur'anı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri')

Ayrıca açıklamaya gerek yok.

Biz, yöneticilerimize, Yahudiler gibi "Sen bizim çobanımızsın." diyerek hürmetsizlik ve yalakalık etmeyeceğiz. Nezaketten ayrılmadan, hürmete aykırı, yanlış yorumlanabilecek sözler söylemeden; “Bizleri mevcut yasalarımız çerçevesinde yönet. İnsan onuruna yakışır biçimde ve de halifelik potansiyelimizi geliştirerek kendimize, yurdumuza ve insanlığa katkı sağlayabilecek bireyler olabilmemiz için gerekli yöntemleri geliştir vb.” diyeceğiz. Ya da, yine yasal çerçevede gereğini yapacağız.

*

Nereden başladık nereye geldik?

Giriş bölümündeki ifadelerden şu anlaşılabilirdi:

Haçlı Seferlerini durdurmaya çalışalım. Elbette çalışalım. Ama önce önümüzdeki engelleri kaldırmak gerekmez mi? Böyle her an hengâme içindeyken bırakın insanlık görevlerimizi yerine getirmeyi kendimizi bile kurtaramayız.

Peki, böyle dolaylı biçimde görevlerimizi hatırlatmakla ne kazanırız?

Doğru, yumurta kapıya dayanınca hiçbir yazı işe yaramaz. Eylem basamağı için gerekli duygu ve düşünce basamağı oluşturulamaz. Demek ki yumurta kapıya dayanmadan önlemlerimizi alabilmeliyiz. Hepimiz öngörülü olmalıyız; ama seçtiklerimiz daha çok öngörüde bulunma yeteneklerine sahip olmalılar. Bu arada rant sağlama öngörüsünden değil milletçe çağdaşlaşabilme öngörüsünden söz ediyoruz.

Bazıları, “Ben demiştim.” derler. Böyle deyişler hoşuma gitmezse de yazmak zorundayım:

2011’lerde HEEY Masası / GENCAL Masasını kurduğumu hatırlatırım:

 Hukuk+Eğitim+Ekonomi+Yönetim=HEEY sorunu birinci derecede sorun olarak kabul edip bütün sorunları bu masaya yatırmak gerektiğini defalarca belirtmiştik.

Birinci derecede öncelikli bu sorunları EEHY, HEYE vb. biçiminde de belirtebilirdik; ama HEEY’i tercih ettik. Amacım bir Köroğlu gibi Çankaya Beyine HEEY HEEY HEEY diye haykırabilmekti. Köroğlu kim, biz kim? Haykıramadık. Sadece HEEY Blogu açtık. Sözde bu blogta hukukçu, eğitimci, Ekonomist ve yöneticilerin yazılarına yer vermek amacındaydım. Ama beceremedik. İki arkadaşım dışında HEEY! diyebilen çıkmadı.

Bazıları da artık, masa mı kaldı, diyerek hukuk, eğitim, ekonomi ve yönetim konularında çok çok gerilere düştüğümüzü ima ettiler. Ve blog kapandı. Ama sorunlar kapanmadı. Öyle anlaşılıyor ki bu konulardaki gerilemeyi yeterli görmeyenler var...

*

Ve bir emekli öğretmen düşünüyor klavye başında.

Umarım sizler de düşünürsünüz işbaşında. Çarşıda, pazarda, sokakta...

Düşünmek insana özgüdür.

Çözüm bulabilmek insana özgüdür.

Artık, seçim kazanmak uğruna akla gelmedik sıkıntılara sebep olmaya son vermeliyiz. Bir an önce içinde bulunduğumuz bunalımdan çıkmak için el birliği içinde uhdemize düşen görevleri yine bir an önce yerine getirmeliyiz.

Bir an önce güçlenmeliyiz ki “tek dişi kalmış canavarların” sömürülerinden, zulümlerinden kurtulabilmeliyiz.

Değerli okurum, “Zamanım yoktu uzun yazdım.” Sen kısa oku:

Hiçbirimiz, hiç kimsenin çantasında keklik değiliz. Bunu açıklayalım ki her zaman yaptıkları gibi kurnazlıklara, hilelere ve insanlık dışı uygulamalara başvurulmasın.

*

Emekli öğretmen klavye başında böylesi yazılar yazmak yerine, düşüncenin ilk basamağı edebiyattan söz etmeli değil miydi?

Böyle karamsar hava yaymadan saygıdan, sevgiden ve mutluluklardan söz etmeli değil miydi?

Ve de kelimeleri demlendirerek sunması gerekmez miydi?

Bu anda yapmamız gerekenleri bir sonraya bırakmamak dileğiyle...

 

Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 13. 11. 2023

 

 

 

9.11.23

Atatürk’ü ve Düşüncelerini İyice Anlamalı ve Uygulamaya Çalışmalıdır

 



Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü; vefatının 85'nci yıldönümünde rahmet ve minnetle anacağız.

10 Kasım Atatürk'ü anma günü ve Atatürk haftası (10-16 Kasım) etkinliklerinde Atatürk sadece anılmayacak; Atatürk’ü anlama çalışmaları yapılacaktır. Daha doğrusu bizim isteğimiz, umudumuz budur: Atatürk’ü ve düşüncelerini iyice anlamalı ve uygulamaya çalışmalıdır.

“Atatürk’ü bugüne dek anlayamadık mı?” sorusuyla karşılaşabiliriz. Evet, bazılarımız hâlâ onu anlamış değiliz. Anlayabilseydik Anayasamızın 2. Maddesini içimize sindirirdik:

 Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Peki, insan haklarına saygılı mıyız? Öyle bir garabet ki, AYM birileri için HAK İHLALİ kararı veriyor. Mahkemeler bile bunu tanımıyor. Bir devlet görevlisinin “AYM’ne saygı duymuyorum.” sözlerini hâlâ unutamazken hiç beklenmedik biçimde mahkemelerin AYM kararına uymaması ile karşılaşıyoruz.

“Yargılamanın Yenilenmesi Kararı

Bireysel başvuru incelemesinin bir mahkeme kararına ilişkin olması ve Anayasa Mahkemesi Bölümlerinin de esastan yaptığı inceleme sonucunda bir hakkın veya özgürlüğün ihlal edildiğine kanaat getirmesi durumunda, kural olarak yargılamanın yenilenmesi kararı verilir (6216 s. Kanun 50/2). Bu karar sonucunda ihlale neden olan mahkeme kararının ve bunun neden olduğu sonuçların bertaraf edilmesi için, dosya ihlal neticesini doğuran kararı veren mahkemeye tevdi edilir. Mahkeme de yeniden yargılama yaparak ihlal neticesini bertaraf eder. Böyle bir durumda yeniden yargılamayı yapacak olan mahkemenin mümkünse dosya üzerinden karar vermesi ve ihlalin sonuçlarını ortadan kaldırması gerekir (6216 s. Kanun 50/2). Ancak ihlalin sonuçlarının dosya üzerinden bertaraf edilmesi mümkün değilse, o zaman mahkemenin duruşma açması da mümkündür.1

Mahkeme, ihlalin sonuçlarını dosya üzerinden bertaraf edemedi, bu anlaşılabilir. O zaman mahkemenin duruşma açması da mümkünken, dosya neden Yargıtay’a havale ediliyor? Her halde bir sebebi vardır. Ama bizim aklımız kesmiyor. Peki, Yargıtay, 1982 Anayasasının 153. maddesine neden uymaz?  Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” Allah Allah, yoruma açık olmayan bu maddeye rağmen...

“Yargıtay 3'üncü Dairesi, AYM üyeleri hakkında "Anayasa hükümlerini ihlal ettikleri ve kendilerine verilen yetki sınırlarını yasal olmayacak şekilde aşarak, hak ihlalinin kabulü yönünde oy kullandıkları" değerlendirmesi yaptı.

"AYM üyeleri hakkında gereğinin takdir ve ifası için" Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulmasına karar verdi.

Yargıtay 3. Dairesi kararında ayrıca AYM tarafından tehdit edildiklerini savundu.2

Şimdi, gel de ayıkla pirincin taşını.

Böyle deyimler kullanmamın nedeni bu yazımızın bir makale olmayıp sade bir yurttaşın denemesi olduğunu belirtmek içindir. Yoksa bize mi kaldı koskoca mahkemelerin yargıçları hakkında söz söylemek.  Biz olsak olsak evden eve nakliye işleri yapan biriyiz:

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Siyasi ve Hukuki İşler Başkanı Hayati Yazıcı, X paylaşımında şu ifadeleri kullandı:

"Öyle olaylar olur ki, analiz yapmak için, konuşsan da konuşmasan da sorun olur. Hiç ve asla olmaması gereken öylesi bir olay yaşıyoruz. Yazık, çok yazık. Devleti oluşturan erkler, sorun çözümler. Asla sorun üretmez, üretemez. Birbirini çelmeleyemez.3"

Gerçekten yazsam da yazmasam da sorun olabilir. Onun için bu mayınlı alanda bir an önce çıkalım.

Biz Atatürk’ten söz ediyorduk değil mi? Peki, bu durum veya durumlar hiç yakışıyor mu Türkiye Cumhuriyeti’ne? Demek ki hukuk devleti olabilmemiz için çabalayacağız. Gerekirse 40 fırın ekmek yiyeceğiz.

Bir de, “... Sosyal Hukuk devleti...” ifadesi var. Ne derece sosyaliz? Milyonlarca kişiye devlet yardımına muhtaç durumuna düşürdükten sonra onlara makarna, çay, kömür vb. şeyler verince bir de para yardımı yapınca sosyal devlet mi oluyoruz? Merakımdan soruyorum sadece.

Daha önemlisi “... lâik ve sosyal bir hukuk Devleti...” ifadesindeki lâiklik kavramıdır.

“ Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı yeri.” Burasıdır. Yani zurnanın zırt dediği yer.

Lâikliğin dinsizlik olmadığını bir türlü kavrayamadık. Evet, kraldan çok kralcılar öyle uygulamalar yaptılar ki affedilir gibi değil. Tabii kasıtlı yapılanlar da var. Ancak bilelim ki;

Lâiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanması demektir. Atatürk’e göre “lâiklik” yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.”

“Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.4

Aslında çokları bunu senden benden iyi biliyor; ama dini istismar etmezlerse rahat olamazlar.

Dahası var, “... demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti...” ifadesinde demokratik kavramı var. “Bu ne ola ki, bize uğradı mı bu?” desem nankörlük etmiş olurum. Evet, sözde demokrasi var. Ancak... Bu ancaklı, fakatlı, amalı ifadeler var ya illet eder insanı. Demokrasiyi kurtarmaya çalışanlara bir zamanlar “zillet ...” mi denmişti.  Neyse hiç kimseye aldırmadan demokrasimizi güçlendirmek için çabalamalıyız.

Geri geri gitmekten yoruldum. İhtimal siz de yorulmuşsunuzdur. Onun için geri kalan ifadelerin hepsini yazıyorum: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Başlangıçta belirtilen temel ilkeleri hatırladık mı? Nereden hatırlayacağız? Biz ... Neyse bu söz de içimde kalsın.

“BAŞLANGIÇ

Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;

Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve  “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;

FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,

TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.5 

Sıra geldi Atatürk milliyetçiliğine. Atatürk milliyetçiliği dediğimize göre başka milliyetçi anlayışlar da var. Var oğlu var.

“Atatürk'e göre millet, geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve siyasi birlik olan insanlar topluluğudur. Atatürk'ün tanımladığı milliyetçilik; din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını vatandaşlık ve üst kimlik değerlerine dayandıran sivil milliyetçi bir vatanperverlik anlayışıdır.6

İnsan haklarına saygılı derken bu konudaki bütün sözleşmelerin bildirimlerin İsrail’in yaktığı Gazze’nin alevlerinde yandığını söylemek gerekir mi bilemiyorum. Evet, biz konuda da dayanışma ve adalet konusunda da, huzur konusunda da kendimize yardım edelim. Unutmayalım ki kendine yardım etmeyenlere hiç kimse yardım edemez.

Yazımız azıcık karışık da olsa bize bir şeyi hatırlatıyor. Söyleyeyim mi? Atatürk’ün temel ilkelerinin sarsılmakta olduğunu hatırlatıyor. Neydi temel ilkeler? Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik (İnkılapçılık)

Sarsılmadan söz ettik; ama bazı ilkelerin kaybolmasından söz etmedik. Örneğin devletçilik ilkesine ne oldu? Özellikle özelleştirme dalgası ile devletçiliğin kökü kazınmaya çalışıldı. Neo Liberalciler (Ne demekse) buna çok sevinmesinler. Elbet bir gün, halkımızı vahşi kapitalizme ezdirmeyecek devletçilik çağımıza uygun biçimde uygulanacaktır. Tabii bu benim, senin ve onun yani hepimizin isteği. İstek başka gerçek başka. Bu devrimcilik kavramını nasıl mı düşünüyorum? Atatürk’ün ilkeleri de düşünceleri de dogma değil. Çağın gereklerine göre kendilerini yenileyebilen kavramlardır.

Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir. 1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 65, 1929)

Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık gerekir. (Atatürk’ten B.H., s. 120)

Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır.7

Tabii, bu sözleri makul biçimde yorumluyoruz. Örneğin bir zamanlar rahmetli Nihat Erim. Atatürk diktatör müydü sorusuna, hayır cevabı verdikten sonra “aklın diktatörlüğü” ifadesini kullandı. Allah rahmet etsin koskoca Erim’in sözüne söz katmak istemezdim; ama insan bazen kendini mecbur hissediyor. Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri olan aklın bile diktatörlüğünün birçok sakıncaları olabilir. Akılla beraber bir de vahiy var değil mi? Sen aklın diktatörlüğü dersen? Neyse uzatmayalım. Daima ifrat ve tefritten kaçınalım.

Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir. Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler, Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli sonuçları kalpleri doldurur.8”

Atatürk’ün düşüncelerinin kalplerimizi, beyinlerimizi doldurması ve verimli sonuçlar alınması dileğiyle....

Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 09. 11. 2023

______________________  

1. Turgut Baymuş, Eray Acar,

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3156588#:~:text=Anayasa%20Mahkemesi%20kararlar%C4%B1%20Resm%C3%AE%20Gazetede,%C3%B6zellikleri%20ve%20ba%C4%9Flay%C4%B1c%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20ifade%20edilmi%C5%9Ftir.

2. https://www.bbc.com/turkce/articles/c72q6d5d9j2o

3. https://www.bbc.com/turkce/articles/c72q6d5d9j2o

4. https://aiit.aku.edu.tr/laiklik/#:~:text=L%C3%A2iklik%2C%20din%20ve%20devlet%20i%C5%9Flerinin,din%20asla%20devlet%20i%C5%9Flerine%20kar%C4%B1%C5%9Fmaz.

5. https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/anayasa/

6. https://tr.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk_milliyet%C3%A7ili%C4%9Fi

7. (Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3; İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)

8. (Atatürk’ten B.H., s. 6, 128)