Okula başlama yaşım gelmişti. Okulun açıldığından da haberimiz vardı. Okula
gideceğim konusu evde konuşuluyordu. Oysa ben koç ve kuzuları otlatıyordum.
Koyunculuğu çiftçilikten önce tutan babam için koyunlar-kuzular onun birinci
önceliğiydi. Okular açılmış. Önemli değil, birkaç hafta sonra da olsa okula geç
başlansa da olurdu O’nun için…
Koyunlarımızı aşk derecesinde severdi babam. Kaval üflemede köyün acar
ustalarından birisiydi. Yeşil çayırlara koyunlar yayıldığında hele güneş de
altın ışıklarını cömertçe sunuyorsa, koyunları seyretmek babamın zevkine zevk
katardı. Sırf koyunculuk yapmak için köyün merkezindeki dedemlerin evinden köye
üççeyrek saatlik yerde bina kurup yerleşmiş. Ben ve benden küçük iki kardeşim
bu kır evinde doğmuşuz.
Nihayet serin bir Eylül sabahı gazellenip yerlere serilen yaprakları
çiğneyerek patika bir yoldan okula giderken yanımda ablam vardı. Ders
başlamıştı okula vardığımız zaman. Ablam beni sınıfa bıraktığını bugünkü gibi
ansırım. Evimiz köy merkezine uzak olsa bile köyle ilişkimiz vardı.
Tarlalarımızın bir kısmı köy içindeydi. Ve bölgemizde yaylacılık olduğu için
çocukların çoğunu yakından tanıyordum.
Sınıfa girince yaşıtlarım hayretle baktılar bana. Derse geç kalmıştım ve
okul açılalı günler geçmişti. Hayretleri bundandı büyük olasılıkla. Daha önce
birkaç kez gördüğüm bizim köylü, ortadan biraz uzun boylu, asık süratli bir
adam çocukların başındaydı. O’na eğitmen dendiğini duyardım sadece. Eğitmen ne
demekti haberim yoktu. Demek ki bu adam öğretmendi. Beni arkalarda bir sıraya
oturttu.
Kara tahtada “Koş Kaya Koş/ O kuşu tut okşa…” sözlerini anımsadığım dört
satırlık bir metin vardı. Öğrenciler sırayla tahtaya kalkıyor kelimeleri işaret
parmaklarının arasında göstererek okuyordu. Dikkat ettim tahtaya çıkmak için
parmak kaldırmak gerekiyordu. Ben de kaldırdım parmağımı. Eğitmen, “Sen nasıl
okuyacaksın?” diyerek hayretini belirtti. Öğrendim dedim. Ve tahtada
arkadaşlarım gibi okudum. Sadece bir hata yapmıştım. Ders sonunda en iyi ikinci
okuyan olduğum söylendi. Sevindim. İlk gün güzeldi okulda…
Zannedersem bir hafta sürdü başlangıcın güzelliği. Amcamların evi hemen
okulun yakınındadır. Öğle paydosunda amcamlara gider yemek yerdim. Ilık bir gün
öğlen paydos zili çaldı. Amcamlara koştum. Hala durur, amcamların evin önünde
bir şeker elması var. Daha okula başlamamış kuzenim için elma ağacına salıncak
kurmuşlar, kuzenim sallanıyordu. Durur muyum? Ben de sallandım birazcık. Yemek
derken zaman geçti. Dördüncü ders zili çaldı. Sınıfa girdik.
O yıllarda müzevir (arabozan) meşhurdu çocuklar arasında. Benim salıncakta
sallandığımı gören müzevirci bir arkadaş parmak kaldırıp: “Öğretmenim, İbrahim
salıncakta sallanıyordu!” dedi. Eğitmen-öğretmen sordu doğru mu diye. Evet. Ve
ne olduysa o anda oldu. Sağ yanağıma güçlü bir Osmanlı tokadı aksetti. O güne
kadar ne anne- babamdan, nede başkalarından tokat yemiştim. Aslında büyükleri
dinleyen uyumlu bir çocuktum. Dünyam karardı. Hıçkırarak ağladım uzun uzun.
Eğitmende bir yıl okudum. 2-3 ve 4. Sınıfta Köy Enstitülü çıkışlı bir
öğretmenim oldu. Bir kız arkadaşımız gerçekten müzevirci ruh haleti vardı. Bir
arkadaşımızı şikâyet etti. Öğretmenimiz müzevirci arkadaşımızı iyice sevdi(!) O
yıllarda sevmenin cennetten çıktığına inanılırdı(!) Müzevirlik konusunda
öğretmenimiz: “ Arkadaşınız bu davranışını sürdürürse büyüyüp evlendiğinde her
duyduğunu kocasına anlatır. Küçük konular köy içinde kavgaya sebep olur…”
Eğitmenimi suçlayamam fazlaca. Pedagojik ve çocuk psikolojisi hakkında yeterli
donanımdan yoksundu.
Son derste de gözyaşlarım dinmedi. Paydos ziliyle beraber eve dönerken
hıçkırığım geçmemişti. Muhatap olduğum şamar canımı yakmıştı ve salıncakta
sallanmakla kimseye zararım olamadığını düşünüyordum çocuk kalbimle. Kararımı
verdim artık okula girmeyecektim.
Her gün evden çıkıyorum sabahleyin, yolu köyün karşısındaki ormanın
derinliklerine kırıyorum. Sonbahar işleri bir birisini kovalıyor köyde.
Mısırlar kesilip taşınıyor. Annemler, tahıl yıkıyor. Bir taraftan babam kış
için odun hazırlığında. Kurutulan zahireleri su değirmenin öğütme… Akşam
yemeğinden sonra ev halkı kendilerini yataklara yönelirdi. Kırlar, ormanlar
benim. Eve gün batarken okuldan dönüyorum(!) okulda neler yaptın soran yok.
Bulutlara komşu köyümüz. Kış çabuk geldi. Doğa beyaz kürkünü giydi
giymesine lakin bana özgürlük alanı kalmadı. Ormanlarda saklanamazdım. Karlı
bir gün. Kara kara düşünceler içinde çıktım evden. Aklıma bir cin fikir geldi.
Yarı karanlık ahırda saklanabilirim. Akşama doğru ahırdan çıkıp soran olursa
okuldan geliyorum der, o günüde öyle geçiririm düşüncesiyle ahıra girdim. Sabah
yiyeceğini yemiş olan sığırlar, manda ve öküzler geviş getiriyordu. Akşama
kadar bekledim. Hayvanlara akşam yiyeceğini veren ablam fark etmedi beni.
Kısa gün çabuk geçti. Bir ara dışarı çıkayım derken kapı kapandı. İçerde
hapis kaldım. Ümitsizce düşünürken gece oldu, yarı karanlık ahır zifiri
karanlığa büründü. Yedi yaşında çocuk ne yapar!? Başladım ağlamaya. İki odalı
tek katlı evimiz ahıra bitişikti. Sesimi duyup beni odaya aldılar. Akşam
yemeğini yemiş sofradan ayrılıyorlardı. Ana yüreği! Yeni yumurtadan çıkmış
civcivlerini kanatlarının altına alan anne tavuk gibi beni sarıp sarmaladı
annem. Durumu anlatmış olmalıyım ki, okula gitmediğim anlaşıldı. Babam, “madem
okumak istemiyorsun yarın beraber keçileri otlatmak için ormana gideriz…”
mealinde sözler etti.
Annem ertesi günü başöğretmene (okul müdürü) gidip durumu anlattı. Bir gün
sonra babamla okula gittik. Arkadaşlarım bu kez yarı acımalı, yarı alaycı
bakışlarla beni süzdüler. Arka sıra beni bekliyordu. Yerime geçtim. Eğitmen-
öğretmenimiz dikte yaptırıp aynı gün değerlendirir. Pekiyi-iyi-orta ve zayıf
diye not takdir ederdi. Ben ve arka sıradaki arkadaşım sürekli zayıf alırdık. Sınıfta
başarılı arkadaşlar çoktu. İki haftalık Şubat tatiline girerken üç adet zayıf
vardı karnemde. Ev halkına hayal kırıklığı yaşattım.
Günler geçti ikinci dönemde de. Diktelerde yanlış bile olsa birkaç kelime
bile yazamıyordum. Nisan başlarıydı. Alfabeyi bitiriyorduk. Yeni bir gün yeni
bir dikte yazdırıyor eğitmen-öğretmenim. Adeta vahiy meleği bana Allah
tarafından kendisine emredilen “yaz” emrini kulağıma fısıldıyordu. Dikteyi
heceleyerek yazıverdiğimin ben de farkında değildim! Öğretmenim defterimi kontrol
ederken, “Yazarken kimseye baktın mı?” diye sordu. Parmaklarımla gözlerini
kapatarak, biz çocukların klasik yemin etme biçimiyle. “Ekmek gözümü tutsun ben
yazdım” diye cevap verdim. İlk kez iyi yazıldı defterime.
Çalışkan öğrencileri ön sıralarda oturttururdu öğretmenimiz. Bir hafta
içinde önden ikinci sırada yer edindim. Dünyalar benim olmuştu. Nisan ayı
gelmiş kırlar mor menekşeler, derelerin kenarları sarıpapatyalarla süslenmişti.
Meyve ağaçlarında tomurcuklar kabarmış, erikler çiçek açıyordu. Benim gönlümde
de mayıs geldiğinde köyümüzün çayırlarını süsleyen gökkuşağı renkleri kadar
çeşitli renklere sahip çiçekler açıyordu. Okula koşarak gidiyordum. Eğitmenim
de bana bakarken yüzü gülüyordu.
Beş sınıflı ta 1930 yılında açılan köy okulumuzda büyük bir sınıf vardı.
Çarşamba günleri öğleden sonra ders yapılmaz çeşitli etkinlikler yapılırdı.
İşte o büyük sınıfta tüm sınıflar toplanmıştık bir Çarşamba öğleden sonrası.
Beni 2-3-4 sınıfta okutan öğretmen saklanan bir nesneyi alkış seslerine göre
bulmayı gerektiren bir oyun oynatıyordu. Her sınıfın birincisi çıkarılıyordu
saklanan nesneyi bulmak için. Sıra birinci sınıfa geldi. Bugün gibi
anımsıyorum. Eğitmen-öğretmenimiz benim adımı söyledi. Tabi mutlu oldum.
Nereden nereye! Okuldan kaçan bir öğrenci sınıf birincisi olmuştu.
İbrahim YILMAZ, (Eğitimci, Yazar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder