Sabahattin Gencal (SAGEN) |
Değerli
Arkadaşlarım,
Türk
Edebiyatçıları üzerine bilimsel bir araştırma yapmadım. Edebiyatçılarla ilgili yüzeysel
gözlemlerimi de unuttum. Kendimle ilgili tespitim böyleyken genel olarak, her
nasılsa Türk edebiyatçılarının kendi kültürümüzün dışındaki sularda yelken
açtıklarını düşünüyorum. Başka sularda yüzen gemilerin “yelkenleri atlastan,
direkleri altından” olsa da bize göre bir değeri yoktur. Edebi ürünler sadece
stres atmak için, vakit öldürmek için veya eğlence için okunmaz /okunmamalı.
Önemli olan duyguların arınmasına ve düşünme becerilerine katkı sağlamak
olmalıdır.
Değerli
arkadaşlarım, istisnaları bir yana bırakarak Türk edebiyatçıları hakkında içime
doğanları yazdım. Bilimsel olmayan yazdıklarımın doğru olmadığını o kadar çok
duymak istiyorum ki... Bilindiği üzere anskiyede/ kaygı bozukluğu teşhisi
konmuş biriyim. Bana, Türk edebiyatçıları bizim sularda, hem de seyir
halindedir. Senin kaygıların yersiz, derseniz ya da diyebilirseniz çok memnun
olacağım, mutlu olacağım. Ne olur “bir teselli ver”in. Teselli veremiyorsanız,
çare bulmaya çalışalım. “Bağrım yanar cayır cayır / Bu derdime bir çare ver.”
Bir türlü edebiyatçı olamadım. Evet,
80 yaşını geride bırakmama ve onca çabalamama rağmen. Üstelik Bursa Eğitim
Enstitüsü Edebiyat Bölümü mezunuyum. Ayrıca yıllarca öğretmenlik de yaptım...
“Sus sus sus, kimseler duymasın.”
Zararı yok, sözünü ettiğiniz kimseler duysun; ama öğrencilerim duymasın. Bir
duyarlarsa, “yalan yalan” derler. Her birimize, bazı tohumlar yanında
hibritsiz, yerli Anadolu edebiyatçı tohumu da verdiniz. Az da olsa bazıları bu
tohumu beyinlerine ve gönüllerine diktiler, yetiştirdiler. Şimdilerde meyveye
duranlar çoğaldı, derler belki. Öğrencilerim daima haklıdır; ama bir gerçeği
gözden kaçırmamak gerekir. O gerçek mi? O da başka bir konu; ama merak edenlere
soralım. Yüzlerce edebiyat öğretim görevlisi, binlerce edebiyat öğretmeni var
mı, var. Peki, bunların kaçı edebiyatçı? Anlaşıldı tamam. O halde edebiyat ve
edebiyatçı kavramları üzerinde duralım. Bir de araya düşünme ve düşünce
kavramlarını sıkıştıralım.
Huyum çıksın, araya bir şeyler
sıkıştırmadan yapamıyoruz. Olmaz olsun böyle alışkanlık. Haa, olmaya edebiyatçı
olmamızı engelleyen bu hastalık mıdır? Evet, bende bu hastalık, üzülerek
söyleyeyim ki kronikleşmiş, devlet yetkililerine de ben bulaştırdım her halde.
Bir torba kanun diye bir şey icat ettiler. Torbanın içine %99 iyi koyuyorlar,
%1’de içinde zehir olan kapsül. Sen milletvekili ol da gör, sen hayır de de
gör. 99 laf sayarlar adama. Bu da mı ayrı konu? Peki, ben ne anlatacağım? Ders
kitaplarında açık açık yazılan konuları mı? Çuval içindekilerden söz etmek daha
gizemli ve sürükleyici olmaz mı? Ya, en azından bir şal örtmeliyim yazmakta
olduklarımın üzerine. Sonra şalı, törenle ve “Nanay nanay kendi malımsın
nanay.” mırıltılarıyla kaldırırız.
“Ya, hem edebiyatçı olamadım, diyor,
hem de güya edebiyat yapıyor.” diyenleriniz olmuştur belki. “Tam üstüne
bastınız.” Evet, bizde adet böyledir. Biz güya edebiyat yaparız, veya –miş gibi
yaparız.
Peki, “Böyle gelmiş böyle gidecek,
korkarım vallah / Yok mu çaresi dostlar fesuphanallah...”
Biz ulusça sabırsızız be kardeşim.
Sabırsız olunca, “Böyle gelmiş böyle gidecek, korkarım vallah...” Ne yani,
asırlardır çözülemeyen konuları, okunması on bir buçuk dakika sürecek bir
yazıda çözmemizi mi bekliyorsunuz? Çözmeye sıra gelmedi, bir kere sorun nedir,
nerededir, kimlerden kaynaklanıyor vb. bunları öğrenmedik ki daha.
Yine araya bir soru sıkıştırayım
mı? Siz sabrın ne demek olduğunu biliyor
musunuz? Sabır sadece bugün akla gelen anlamı taşımaz. Diğer anlamları niye
öğretilmedi ki? Onu da ben mi anlatacağım? Öğren de gel.
Ya, böyle yazıda okumadık! “Kapıldım
gidiyorum / Bahtımın rüzgârına” demeyiniz sakın. Bizim rüzgârımız ılıktır, biz
tatlı tatlı söyleşir geçeriz, siz asıl sele kapılmayın. Sele mi?
Evet, duymadınız mı edebiyatçılarımızı
modern, post modern seller alıp götürüyor. Geçenlerde bir arkadaşım yeni selin
adını söyledi aklımda tutamadım. O daha şiddetliymiş...
En iyisi ırmak kenarlarında
konaklamamakmış, bunu biliyorsunuz değil mi? Yanlış anlamayın ha, dağa çıkalım,
edebiyatla arayı soğutalım, demiyorum. Irmağın 3-5 santim beri tarafında
duralım yeter. Peki, bunu nasıl yapacağız?
Böyle genel sorular olursa verilecek
bütün cevaplar yanlıştır. Demek ki önce soru sormasını öğreneceğiz. Bu konuda
başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkesten yararlanmak istiyoruz. Bir tüyo
vereyim mi?
Çeyrek asır önce öğretmenliğe veda
etmiştim. Veda tarihi ile 30 yıl öncesi arasında ne yaptım biliyor musunuz?
Okuttuğum metinlerin altında yazarın sorduğu sorular vardı. Onları
cevaplandırmaya çalışırdık. Tuttum ne yaptım tahmin edebiliyor musunuz?
Ortaokul birinci sınıf öğrencisi metinle ilgili olarak mevcut sorulara bir soru
daha ekleyecek. İkinci sınıflar iki, üçüncü sınıflar üç soru. Tabii çok sorular
ilgisiz oldu; ama kabul ettim. Soru sormasını başka nasıl öğreneceğiz?
“Sorgulanmayan hayat hayat mıdır?” der bir filozofumuz. Değil mi ya? Ama duydum
ki şimdilerde milletvekilleri de soru soramıyorlarmış. Aklıma geldi, derler ki eskiden mescitlerde
cemaatten her biri istediği soruyu sorabilirmiş. Örneğin Hz. Ömer’e (ra)
hutbedeyken bile soru soranlar oluyormuş. Şimdilerde, çit yok... Bu duyduklarım
doğru mu acaba? Bu sorgulama kavramını silip süpürenlerin amacı ne acaba?
Nerden nereye... Şimdi benim için
böyle diyorsunuzdur. Deyin deyin. Zaten, ders kitaplarında “bayram haftasından
soba tahtasına geçenlere” deli diliyorlar.
“Duvarda mutlu resimler / İçime
dolmuş hüzünler / Bana deli diyorlar / Varsın desinler.” Yok, kendi üzerime
almıyorum. Henüz bu seviyeye çıkmış değilim.
Bu yazıyı burada kesmek lazımdı
efendim. Böyle yerinde susmasını bilsem bana da edebiyatçı diyenler olurdu.
Ben ne yapıyorum? İllâ öğretmenlik
yapacağım. Bir sonuca bağlamadan “olmuyor, olmuyor.” Şimdi modadır, okuyucuya
bırakmak gerekmiş cümleleri, paragrafları hatta metni tamamlamak... Başka
türlüsü okuyucunun hakkını almakmış. Allah (cc) korusun. Hak dedin mi akan
sular durur. Öteki dünyaya kul hakkıyla gitmek istemeyiz. Onun için
müsaadenizle neden edebiyatçı olamadığımı anlatayım. Anlaştık değil mi?
“Edebiyat, yazın veya literatür;
olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade
etme sanatıdır. Edebî yazılar yazan sanatçılara edebiyatçı denir.” Bu tanıma
diyecek yok. Edebiyat ürünlerini ikiye ayırırlarmış: a. Fikir yazıları (makale,
sohbet, fıkra, eleştiri, deneme vb.) b.
Sanat yazıları (öykü, roman, oyun, şiir vb.) Şimdi sıkı durun. Sanat
yazılarında fikirlerimizi araya sıkıştırsak olmuyor mu? Yok, olmaz, katiyen
olmaz. O zaman didaktik olur, yani değeri düşer. Peki, genel tanımda düşünceden
söz etmiyor muyuz? Evet, ama sanat? Tövbe tövbe sanat deyince ne anlıyorsun?
“Bak kardeşim / Elini ver bana / Gel
kardeşim / Neşe getirdim sana / Al kardeşim / Ye, iç, gül, oyna...” Bak
kardeşim kulağını ver bana. Gel kardeşim Prof. Dr. Niyazi Kahveci’nin
düşüncesini aktarayım sana:
Düşüncenin ilk basamağı edebiyattır.
İkinci basamak sanat, üçüncü teoloji, dördüncü felsefe, beşinci bilim, sonra
teknoloji... (Gördün mü bak 8 basamağı da aklımda tutamadım. Bir zahmet
doğrusunu siz bulmaya çalışın. Öyle ya hep “armut piş ağzıma düş” olmasın.) İlk
basamak olmazsa diğer basamaklara çıkmanın imkânı da yok ihtimali de.
Asırlardır geri kalışımızın nedenini anlıyor gibiyiz değil mi? Tabii anlamak
yetmez. Birilerimiz birilerine dur demeliyiz. Yeter artık, falan filan
demeliyiz.
Unutmadan ekleyeyim:
Bir öğretmenimiz derdi ki; mealen, “Edebiyat
güzel duyguları uyandırma sanatıdır...” Allah (cc) rahmet etsin. Tanıma bak
hele. Demek ki edebiyat sadece güzel yazı, yaldızlı, maldızlı yazı yazmak değil
duyguları uyandırma sanatıdır. Bunun formülü var mı acaba? Meçhul öğretmenimin
tanımına bir sözcük de ben ekleyeyim: “Edebiyat güzel duyguları ve düşünceleri
uyandırma sanatıdır...” Düşünceleri uyandırma tefekkürle olabiliyor. Düşünme
yöntemleri de gelişmiş. Ama nedense bir gram düşünce üretemiyoruz. Bir arı
olamıyoruz.
Benim durumuma gelince, efendim benim
duygu ve düşüncelerim birbirine âşık. Bayağı âşık. Bir sarmaşık gibi, ne tür
yazmaya kalkarsam kalkayım sarmaşık birbirinden ayrılamıyor. Şiir niyetine bir
şeyler yazıyorum. Düşünce yüklü diyorlar.
Öykü yazmaya kalkıyorum yine aynı. Evet, kardeşim. Sizleri anlıyorum.
Şimdi bir söz söyleyeceğim, bu söz benim midir, değil midir unutmuşum. “Sanat
yazılarında düşünceler çayda şekerin eridiği gibi erimeli, görülmemeli.” Hah
işte, doğruyu buldu veya buldun diyenlere bir sözüm daha var:
Ben, övünmek gibi olmasın Erzurum
Yavuz Selim İlköğretmen Okulu mezunuyum. Erzurum’da kıtlama çay içmeyi de
öğrendim. Yani dilimin altında küçükte olsa şeker tadında fikirler bulunabilir.
Yani siz, dadaşlar diyarını bilmiyorsunuz diye hakkımda yanlış hüküm vermeyin.
Şaka şaka, biliyorum siz hakkımda yanlış hüküm vermezsiniz; ama ismini
hatırlamadığım akımlara kapılanlar öykülerime bakıyor, edebi değil, çünkü fikir
yüklü. Diğer incelemelerime bakıyor, aa aa, diyor, çünkü duygu yüklü. Yani
anlayacağınız aradayım. Ben hep arada kaldım. Bu da uzun hikâye.
Kardeşim, yukarıdaki sözlerimde en
ufak bir yanlış varsa lütfen söylemenizi arz ve rica ediyorum. Edebiyatın
boşuna zaman kaybetme istikametine sürüklenmekte olduğunu görmek içimi
acıtıyor. Onun için bana, müsterih olunuz, anksiyeteniz artmasın
edebiyatçılarımız doğru istikamette, derseniz beni memnun edersiniz.
Daha fazla şeyler karıştırmayın.
Böyle yazı olur mu olmaz mı demeyin. Valla, derseniz derim ki: okuması on bir
buçuk dakika süren yazıma sığdırdıklarımı 3 kitapta anlatabilirseniz...
Başka ortamlarda böyle yazamazdım.
Yaşasın bizim takım. Ya ya ya...
Sabahattin Gencal,
Çekmeköy-İstanbul,
17. 09. 2023