28.9.23

Edebiyatçı Olabilmek

               

Sabahattin Gencal
(SAGEN)

                           

Değerli Arkadaşlarım,

Türk Edebiyatçıları üzerine bilimsel bir araştırma yapmadım. Edebiyatçılarla ilgili yüzeysel gözlemlerimi de unuttum. Kendimle ilgili tespitim böyleyken genel olarak, her nasılsa Türk edebiyatçılarının kendi kültürümüzün dışındaki sularda yelken açtıklarını düşünüyorum. Başka sularda yüzen gemilerin “yelkenleri atlastan, direkleri altından” olsa da bize göre bir değeri yoktur. Edebi ürünler sadece stres atmak için, vakit öldürmek için veya eğlence için okunmaz /okunmamalı. Önemli olan duyguların arınmasına ve düşünme becerilerine katkı sağlamak olmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, istisnaları bir yana bırakarak Türk edebiyatçıları hakkında içime doğanları yazdım. Bilimsel olmayan yazdıklarımın doğru olmadığını o kadar çok duymak istiyorum ki... Bilindiği üzere anskiyede/ kaygı bozukluğu teşhisi konmuş biriyim. Bana, Türk edebiyatçıları bizim sularda, hem de seyir halindedir. Senin kaygıların yersiz, derseniz ya da diyebilirseniz çok memnun olacağım, mutlu olacağım. Ne olur “bir teselli ver”in. Teselli veremiyorsanız, çare bulmaya çalışalım. “Bağrım yanar cayır cayır / Bu derdime bir çare ver.”



Bir türlü edebiyatçı olamadım. Evet, 80 yaşını geride bırakmama ve onca çabalamama rağmen. Üstelik Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü mezunuyum. Ayrıca yıllarca öğretmenlik de yaptım...

“Sus sus sus, kimseler duymasın.” Zararı yok, sözünü ettiğiniz kimseler duysun; ama öğrencilerim duymasın. Bir duyarlarsa, “yalan yalan” derler. Her birimize, bazı tohumlar yanında hibritsiz, yerli Anadolu edebiyatçı tohumu da verdiniz. Az da olsa bazıları bu tohumu beyinlerine ve gönüllerine diktiler, yetiştirdiler. Şimdilerde meyveye duranlar çoğaldı, derler belki. Öğrencilerim daima haklıdır; ama bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekir. O gerçek mi? O da başka bir konu; ama merak edenlere soralım. Yüzlerce edebiyat öğretim görevlisi, binlerce edebiyat öğretmeni var mı, var. Peki, bunların kaçı edebiyatçı? Anlaşıldı tamam. O halde edebiyat ve edebiyatçı kavramları üzerinde duralım. Bir de araya düşünme ve düşünce kavramlarını sıkıştıralım.

Huyum çıksın, araya bir şeyler sıkıştırmadan yapamıyoruz. Olmaz olsun böyle alışkanlık. Haa, olmaya edebiyatçı olmamızı engelleyen bu hastalık mıdır? Evet, bende bu hastalık, üzülerek söyleyeyim ki kronikleşmiş, devlet yetkililerine de ben bulaştırdım her halde. Bir torba kanun diye bir şey icat ettiler. Torbanın içine %99 iyi koyuyorlar, %1’de içinde zehir olan kapsül. Sen milletvekili ol da gör, sen hayır de de gör. 99 laf sayarlar adama. Bu da mı ayrı konu? Peki, ben ne anlatacağım? Ders kitaplarında açık açık yazılan konuları mı? Çuval içindekilerden söz etmek daha gizemli ve sürükleyici olmaz mı? Ya, en azından bir şal örtmeliyim yazmakta olduklarımın üzerine. Sonra şalı, törenle ve “Nanay nanay kendi malımsın nanay.” mırıltılarıyla kaldırırız.

“Ya, hem edebiyatçı olamadım, diyor, hem de güya edebiyat yapıyor.” diyenleriniz olmuştur belki. “Tam üstüne bastınız.” Evet, bizde adet böyledir. Biz güya edebiyat yaparız, veya –miş gibi yaparız.

Peki, “Böyle gelmiş böyle gidecek, korkarım vallah / Yok mu çaresi dostlar fesuphanallah...”

Biz ulusça sabırsızız be kardeşim. Sabırsız olunca, “Böyle gelmiş böyle gidecek, korkarım vallah...” Ne yani, asırlardır çözülemeyen konuları, okunması on bir buçuk dakika sürecek bir yazıda çözmemizi mi bekliyorsunuz? Çözmeye sıra gelmedi, bir kere sorun nedir, nerededir, kimlerden kaynaklanıyor vb. bunları öğrenmedik ki daha.

Yine araya bir soru sıkıştırayım mı?  Siz sabrın ne demek olduğunu biliyor musunuz? Sabır sadece bugün akla gelen anlamı taşımaz. Diğer anlamları niye öğretilmedi ki? Onu da ben mi anlatacağım? Öğren de gel.

Ya, böyle yazıda okumadık! “Kapıldım gidiyorum / Bahtımın rüzgârına” demeyiniz sakın. Bizim rüzgârımız ılıktır, biz tatlı tatlı söyleşir geçeriz, siz asıl sele kapılmayın. Sele mi?

Evet, duymadınız mı edebiyatçılarımızı modern, post modern seller alıp götürüyor. Geçenlerde bir arkadaşım yeni selin adını söyledi aklımda tutamadım. O daha şiddetliymiş...

En iyisi ırmak kenarlarında konaklamamakmış, bunu biliyorsunuz değil mi? Yanlış anlamayın ha, dağa çıkalım, edebiyatla arayı soğutalım, demiyorum. Irmağın 3-5 santim beri tarafında duralım yeter. Peki, bunu nasıl yapacağız?

Böyle genel sorular olursa verilecek bütün cevaplar yanlıştır. Demek ki önce soru sormasını öğreneceğiz. Bu konuda başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkesten yararlanmak istiyoruz. Bir tüyo vereyim mi?

Çeyrek asır önce öğretmenliğe veda etmiştim. Veda tarihi ile 30 yıl öncesi arasında ne yaptım biliyor musunuz? Okuttuğum metinlerin altında yazarın sorduğu sorular vardı. Onları cevaplandırmaya çalışırdık. Tuttum ne yaptım tahmin edebiliyor musunuz? Ortaokul birinci sınıf öğrencisi metinle ilgili olarak mevcut sorulara bir soru daha ekleyecek. İkinci sınıflar iki, üçüncü sınıflar üç soru. Tabii çok sorular ilgisiz oldu; ama kabul ettim. Soru sormasını başka nasıl öğreneceğiz? “Sorgulanmayan hayat hayat mıdır?” der bir filozofumuz. Değil mi ya? Ama duydum ki şimdilerde milletvekilleri de soru soramıyorlarmış.  Aklıma geldi, derler ki eskiden mescitlerde cemaatten her biri istediği soruyu sorabilirmiş. Örneğin Hz. Ömer’e (ra) hutbedeyken bile soru soranlar oluyormuş. Şimdilerde, çit yok... Bu duyduklarım doğru mu acaba? Bu sorgulama kavramını silip süpürenlerin amacı ne acaba?

Nerden nereye... Şimdi benim için böyle diyorsunuzdur. Deyin deyin. Zaten, ders kitaplarında “bayram haftasından soba tahtasına geçenlere” deli diliyorlar.

“Duvarda mutlu resimler / İçime dolmuş hüzünler / Bana deli diyorlar / Varsın desinler.” Yok, kendi üzerime almıyorum. Henüz bu seviyeye çıkmış değilim.

Bu yazıyı burada kesmek lazımdı efendim. Böyle yerinde susmasını bilsem bana da edebiyatçı diyenler olurdu.

Ben ne yapıyorum? İllâ öğretmenlik yapacağım. Bir sonuca bağlamadan “olmuyor, olmuyor.” Şimdi modadır, okuyucuya bırakmak gerekmiş cümleleri, paragrafları hatta metni tamamlamak... Başka türlüsü okuyucunun hakkını almakmış. Allah (cc) korusun. Hak dedin mi akan sular durur. Öteki dünyaya kul hakkıyla gitmek istemeyiz. Onun için müsaadenizle neden edebiyatçı olamadığımı anlatayım. Anlaştık değil mi?

“Edebiyat, yazın veya literatür; olay, düşünce, duygu ve hayalleri dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade etme sanatıdır. Edebî yazılar yazan sanatçılara edebiyatçı denir.” Bu tanıma diyecek yok. Edebiyat ürünlerini ikiye ayırırlarmış: a. Fikir yazıları (makale, sohbet, fıkra, eleştiri, deneme vb.)  b. Sanat yazıları (öykü, roman, oyun, şiir vb.) Şimdi sıkı durun. Sanat yazılarında fikirlerimizi araya sıkıştırsak olmuyor mu? Yok, olmaz, katiyen olmaz. O zaman didaktik olur, yani değeri düşer. Peki, genel tanımda düşünceden söz etmiyor muyuz? Evet, ama sanat? Tövbe tövbe sanat deyince ne anlıyorsun?

“Bak kardeşim / Elini ver bana / Gel kardeşim / Neşe getirdim sana / Al kardeşim / Ye, iç, gül, oyna...” Bak kardeşim kulağını ver bana. Gel kardeşim Prof. Dr. Niyazi Kahveci’nin düşüncesini aktarayım sana:

Düşüncenin ilk basamağı edebiyattır. İkinci basamak sanat, üçüncü teoloji, dördüncü felsefe, beşinci bilim, sonra teknoloji... (Gördün mü bak 8 basamağı da aklımda tutamadım. Bir zahmet doğrusunu siz bulmaya çalışın. Öyle ya hep “armut piş ağzıma düş” olmasın.) İlk basamak olmazsa diğer basamaklara çıkmanın imkânı da yok ihtimali de. Asırlardır geri kalışımızın nedenini anlıyor gibiyiz değil mi? Tabii anlamak yetmez. Birilerimiz birilerine dur demeliyiz. Yeter artık, falan filan demeliyiz.

Unutmadan ekleyeyim:

Bir öğretmenimiz derdi ki; mealen, “Edebiyat güzel duyguları uyandırma sanatıdır...” Allah (cc) rahmet etsin. Tanıma bak hele. Demek ki edebiyat sadece güzel yazı, yaldızlı, maldızlı yazı yazmak değil duyguları uyandırma sanatıdır. Bunun formülü var mı acaba? Meçhul öğretmenimin tanımına bir sözcük de ben ekleyeyim: “Edebiyat güzel duyguları ve düşünceleri uyandırma sanatıdır...” Düşünceleri uyandırma tefekkürle olabiliyor. Düşünme yöntemleri de gelişmiş. Ama nedense bir gram düşünce üretemiyoruz. Bir arı olamıyoruz.

Benim durumuma gelince, efendim benim duygu ve düşüncelerim birbirine âşık. Bayağı âşık. Bir sarmaşık gibi, ne tür yazmaya kalkarsam kalkayım sarmaşık birbirinden ayrılamıyor. Şiir niyetine bir şeyler yazıyorum. Düşünce yüklü diyorlar.  Öykü yazmaya kalkıyorum yine aynı. Evet, kardeşim. Sizleri anlıyorum. Şimdi bir söz söyleyeceğim, bu söz benim midir, değil midir unutmuşum. “Sanat yazılarında düşünceler çayda şekerin eridiği gibi erimeli, görülmemeli.” Hah işte, doğruyu buldu veya buldun diyenlere bir sözüm daha var:

Ben, övünmek gibi olmasın Erzurum Yavuz Selim İlköğretmen Okulu mezunuyum. Erzurum’da kıtlama çay içmeyi de öğrendim. Yani dilimin altında küçükte olsa şeker tadında fikirler bulunabilir. Yani siz, dadaşlar diyarını bilmiyorsunuz diye hakkımda yanlış hüküm vermeyin. Şaka şaka, biliyorum siz hakkımda yanlış hüküm vermezsiniz; ama ismini hatırlamadığım akımlara kapılanlar öykülerime bakıyor, edebi değil, çünkü fikir yüklü. Diğer incelemelerime bakıyor, aa aa, diyor, çünkü duygu yüklü. Yani anlayacağınız aradayım. Ben hep arada kaldım. Bu da uzun hikâye.

Kardeşim, yukarıdaki sözlerimde en ufak bir yanlış varsa lütfen söylemenizi arz ve rica ediyorum. Edebiyatın boşuna zaman kaybetme istikametine sürüklenmekte olduğunu görmek içimi acıtıyor. Onun için bana, müsterih olunuz, anksiyeteniz artmasın edebiyatçılarımız doğru istikamette, derseniz beni memnun edersiniz.

Daha fazla şeyler karıştırmayın. Böyle yazı olur mu olmaz mı demeyin. Valla, derseniz derim ki: okuması on bir buçuk dakika süren yazıma sığdırdıklarımı 3 kitapta anlatabilirseniz...

Başka ortamlarda böyle yazamazdım. Yaşasın bizim takım. Ya ya ya...

Sabahattin Gencal, 

Çekmeköy-İstanbul, 17. 09. 2023

 

 

 

 

2 yorum:

  1. Merhabalar Sabahattin Hocam.
    Yazınızı okudum. Günümüz edebiyatçılarından fazla bir şey okumadığım için, yazınızda günümüz edebiyatçıları ile ilgili değindiğiniz konu hakkında herhangi bir şey diyemeyeceğim.

    "Hz. Ömer’e (ra) hutbedeyken bile soru soranlar oluyormuş. Şimdilerde, çit yok... " Bunun sebebini, ben şöyle düşünüyorum. Hz. Ömer zamanındaki Cuma namazı ve hutbe, Cenab-ı Peygamber'in zamanında kılınan namaz ve hutbe ile aynıydı. Ama şimdi bizler, Emevilerin saltanatları uğruna değiştirdiği namazı kılıp, hutbeyi dinliyoruz. Diyanet bir türlü bu Emevi icadı olan Cuma namazı ile hutbeden bir türlü vazgeçmedi, herhalde onların da işine geliyor...
    Selam ve saygılarımla.

    YanıtlaSil
  2. Merhaba Recep Bey Kardeşim,
    İlginiz ve yazıyı tamamlayıcı yorumunuz için çok teşekkür ederim.
    Hayırlı günler dileğiyle selam ve sevgiler...

    YanıtlaSil