26.5.25

Bir Zincirin Gücü/Kuvveti En Zayıf Halkası Kadardır

 



Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünde (TODAİE) Kamu Yönetimi Uzmanlık Programında (KYUP) bir hocamızın bir zincir benzetmesi zaman zaman, özellikle de bugünlerde aklıma gelir. İnsanın her aklına geleni paylaşması sakıncalı olabilir. Ama ben “güllerin dikenlerini atarak” paylaşacağım. Dikensiz gül olmaz.” demeden paylaştığımı okursanız memnun olurum. Hele anlarsanız siz de memnun olursunuz. Hele de uygulama/uygulatma olanağı bulursanız toplum da memnun olur.

Toplum dedim de aklıma geldi. Toplumumuza borcum büyüktür. 8 yıl yatılı okudum. Bir yıl maaşlı izinli olarak okudum. Gerçi mecburi hizmetlerimi yaptım ama bu millet için, insanlık için son nefesimize kadar ne yapsam ne söylesem azdır. Azımızı çok sayın leb demeden leblebiyi anlayın:

 Bir Zincirin Gücü/Kuvveti En Zayıf Halkası Kadardır

Biri dışında tüm halkaları çok kuvvetli olan bir zincir düşünün. Elinize alıyorsunuz çekiyorsunuz ve kopuveriyor. Bu benzetmeyi bir örgüt için de düşünebiliriz. Örgüt şu olmuş bu olmuş fark etmez. Ben öğretmen olduğum için okuldan örnek vereyim.

Bir okulun gücü okulun bireylerinin (Müdür, müdür yardımcısı, öğretmen, memur, yardımcı Elemanlar, öğrenciler, okul aile ve koruma birlikleri vb.) en zayıfının gücü kadardır. Bunu bildiğim için yöneticilik yaptığım okullarda zayıf halkaları bulup, onlara sezdirmeden kuvvetlendirmeye çalıştım. Kolayına kaçıp zayıf halkayı atıp yeni bir halka taktırmadım. Allah’ın (cc) yardımıyla yasal çerçeve sınırları içinde herkese eşit davrandım. (Bu arada övünmek gibi olmasın. Çalıştığım bir okulun Koruma Derneği Başkanı seçim çalışmaları yürüten partisinin belediye başkan adayına; “Siz de okul müdürümüz gibi olun.” demişti. Bundan zerrece pay çıkarmak, kibirlenmek gibi olur ki Allah korusun.) Tabii konu şahsım değil. Konu yöneticilerde olması gereken özelliklerdir. Hatta insanlarda en az düzeyde bile olsa olması gereken ahlak, erdem, değer vb. özelliklerdir.

Yazıyı uzatmaya niyetim yok. Yukarıda da dediğimiz gibi “leb” deyip gerisini size bırakacağım.

Günümüzde en çok hangi konulardan söz ediyoruz? Hukuktan, eğitimden, ekonomiden, yönetimden vb. değil mi? Yine, “Ben demiştim, öngörmüştüm vb.”  gibi havalara girmeden 2011’lerde internet dünyasına bloglarımla girdiğimde sorunlarımız için bir çözüm masası önermiştim. Masaya ilkin Gencal Masası demişken övünmek gibi olmasın diye HEEY Masası dedim. (Hukuk+Eğitim+Ekonomi+Yönetim = HEEY) HEEY bu sorunları aynı anda birinci öncelikle ele almaktır. Önce birini sona ötekini vb. değil. Bugün bazı uzmanlar hukuk olmadan ekonomi düzelmez, yerli ve yabancı yatırımcılar yatırım yapmaz demiyor mu? Bazı uzmanlar da eğitim olmadan hiçbir şey olmaz, demiyor mu? Bu uzmanların hepsi alanlarının en iyisi ama bizim ülkeye sorunlara bütüncül açıdan bakan doğu ve batı medeniyetlerinin filtrelerinden süzülen bilgilerle donanmış uzmanlar gerekir. (Burada yanlış anlaşılmaktan yine korkuyorum. Evet, Köy Enstitüleri mirası üzerinde kurulan ilköğretmen okulu mezunuyum. Evet, uzun yıllar milli eğitimin belkemiği görevlerini üstlenen eğitim enstitüsü mezunuyum. Hak deyince akan sular durur denilen zamanda hukuk fakültesini bitiren, liyakatın öncelikli olması gerektiğinin düşünüldüğü yıllarda amme enstitüsünü bitiren biriyim. Belki de en önce saymam gereken bir gerçek şudur ki doğduğum köyün dini atmosferini hiç kaybetmeyen biriyim…)

Rahmetli eşim “Bitirdiğin okulları, kursları, üzerinde çalıştığın konuları sayma, yazma, derdi bana. Ebu Hanife de “Mezhebini herkese söyleme.” derdi. Ben de uzun zaman sorulmadıkça söylemedim. İyi mi ettim kötü mü bilmiyorum.  Şimdilerde söylememe gelince söylesen de fark etmez söylemesen de. Çünkü artık ben ben değilim. Her şeyi unutuverdim. 82 yaşında beden ve ruh sağlığı bozuk bir yaşlının, kendime saygımı kaybetmeden zırvaları demeyeyim; yakınmaları diyeyim.

Yakınıyorum, yakınıyorsun, yakınıyor. Doğru mu yanlış mı?

Yakınıyoruz, yakınıyorsunuz, yakınıyorlar. Doğru mu yanlış mı?

Yakınmakla işlerin düzeldiği görüldü mü?

1980’deki mastır tezime bunalımda olduğumuzu belirten bir cümle ile başlamıştık. Bunalım bunalımları kovaladı ama çok şükür gemimiz batmadı. İnşallah hiçbir zaman batmaz. Bu fırtınalı havalardan istifade edenler gemimizin rotasını da güya çaktırmadan değiştirmeye kalkanlar görülmüyor değil. Bu arada fırsatçıların da kol gezdiği de söylenmekte…

2025 yılı mayısının 26’sında yazdığım bu yazımda da, dolaylı da olsa gemimizin fırtınalı sularda olduğunu yazmış bulunuyorum.

Be kardeşim, senden çözüm üretmeyi bekliyoruz. Durumu herkes görüyor.

Aslında çözüm önerilerini uzmanlarımız zaman zaman ferdi olarak çok güzel de veriyorlar. Örneğin bugün bir televizyon kanalında Türkiye Barolar Birliği Başkanının konuşmasını dinledim. Baştan sonra hukuksuzlukları anlatıverdi. Bu hukuksuzlukların kimsenin yanında kâr kalmamasını da dilerim. Tabii Allah’a havale etme aklımıza geliyor. Gelmesin. Allah (cc) kul hakkıyla gelmeyin, diyor. Yani haklarımızı alacağız. (Bu arada Kendi haklarını alamayan biri olduğumu hatırlayarak böyle yazdığım için mahcup oldum ve de üzüldüm.)

Sözün kısası çözümler için uzmanlara danışmamız gerekir.

Ben örgütlerin zayıf halkalarına/bireylerine seslenmek istiyorum.

Sayın beyefendi /hanımefendi,

Sizin yaptıklarınız yüzünden bağlı bulunduğunuz kurumlara, örgütlere güven diye bir şey kalmadı. Hangi saiklerle, hangi baskılarla yapmış olursanız olun izleri kolay kolay geçmeyecek kötülüklere sebep oldunuz. Lütfen kendinize gelin. Toplumumuzun kaderi ile oynamayın…

Benim taktiğim öteden beri halkaları söküp atmak değil kuvvetlendirmektir. Ama şu da biline;  herkes benim gibi olamaz.

Kim bilebilir ki... Belki de benim gibi olmamak daha iyi.

Allah milletimizi ve devletimizi korusun.

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 26. 05. 2025

 

 

 

 

12.5.25

Ahmet Gencal Edebiyat Bulvarında

 



Ahmet Gencal Hayatım Çaykara ile girdi edebiyat bulvarına. Çaykara, çay kenarında yeraltı katmanlarından süzülerek yüzeye çıkan su, göze, kaynak demektir. Bu doğal arıtılmış suya benzer Hayatım Çaykarada’ki denemeler. Yaşar Kemal "Çaykaraların suyu o kadar soğuktur ki dişleri tıkırdatır." der. Ahmet’in çaykaraları dişleri tıkırtatmaz yürekleri etkiler. Bu çaykaralar bilinçaltından, yürekten süzülerek çıktığı için simsıcacıktır. İnsanın ruhunu sarar, psikolojisini etkiler. Belki de bunun için Ahmet’in denemelerine psikolojik denemeler dendi. Bu denemeleri şiirler ve öyküler takip etti. Artık Ahmet Psikolojik denemeler, öyküler ve şiirler ustası olarak tanındı.

Ahmet edebiyat bulvarında şov yapmadı, öne çıkmayı tercih etmedi; hep bir adım geriden ama durmadan ilerlemeye başladı. Çaykaralar içilebilme, ferahlatma, düşündürme, hissettirebilme vb. özelliklerini kaybetmeden çay olup akmaya başladı. Şiirler şiirleri, öyküler öyküleri kovalarken ünlü Rehveç romanını yazdı Ahmet.

Bir çaykara iken dere olan sonra da çay olup akmaya başlayan Ahmet artık bir ırmak gibi. Böylesine istikrarlı tekâmül etme nadir görülür. Ancak Ahmet bu gelişmeyi ve olgunlaşmayı son on senede başardı. Artık bir evrimleşme eşiğine geldi Ahmet. İnsan üzerine inceleme ve araştırmaya da başladı, felsefe yazılarına da yer verdi.

Yazarlık, ileri yazarlık, drama ve senaryo vb. kurslarına da giden Ahmet edebiyat bulvarındakileri daha iyi tanımaya başladı. Hiçbir akımı ötelemedi ama hiçbirine de kapılmadı. Kendine özgü bir olgunlaşma gösterdi. Olgun bir meyveyi düşünelim. Bu olgunluğu sağlayan ağacın ta köklerinden gelen sular ve maddeler, yine atmosfer içindekiler değil mi? Tabii bu Allah’ın (cc) marifeti. İşte sanatkârlar da Allah’ın izniyle ve çabalayarak böylesi yetenekli olabilirler…

Ahmet bu kısa zaman içinde “hayatın derinliklerinden gelen sözlerin ustası” oldu. Böyle psikolojik denemeler ve öyküler ustamızdaki bu gelişme onun vakarında bir değişiklik yapmadı. Yani hiç egoist olmadı. Aksine, yanlış anlamlara sebep olacak kadar alçakgönüllüğünü devam ettirdi.



Ahmet’i çok yakından tanıyorum. Daha doğrusu onu yakından tanıyanlardan biriyim diyebilirim; çünkü birini, hatta kendimizi bile tam olarak tanımak mümkün değil. Ahmet’in özel yaşamı, karakteri hiç ama hiç benzememesine rağmen onda Dostoyevski'yi gördüm. Bilindiği üzere dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski'nin eserleri birçok düşünürün fikirlerini de derinden etkilemiştir.

Dostoyevski ırmağının debisi çok daha fazla kuşkusuz. Bu ırmak suları da bin bir dereden. Ama Ahmet’in ırmağı ise kendisi gibi ağır ağır akıyor. Peki, bu ırmağı besleyen ne? Evet, ta küçüklüğünden beri ta içinden gelen kaynaklar var Ahmet’te. Yayla sularına benzetirdim onu. Düşünebiliyor musunuz 2500 metre yükseklikteki yaylanın tepe noktasının eteklerinden soğuk soğuk sular akıyor… Bunun nasıl olduğunun bilimsel açıklaması var kuşkusuz. Ahmet’teki kaynak konusunun da izahı yok değil. Anlatmaya çalışalım:

Bir insanın içinden günde ortalama 60 bin- 70 bin düşünce ve duygu geçermiş. Dikkat ediniz 60 veya 70 demiyoruz. Binlerden söz ediyoruz. Demek ki bilinç altımızdan çok çok sular akar durur. Çocukluğumuzda içme sularımızı (mesirelerde) güğümlerle dereden alırdık. Hz. Mevlâna benzer bir söz söylüyor. Tabii mealen hatırlatıyorum “Deryadan herkes kendi kovası kadar su alır.”  Böyle iç kaynaklarını yüzeye çıkaranlar da kendi kapasiteleri kadar çıkarabilir. Örneğin aklıma geleni yazarken yüzlerce duygu ve düşünce geçip gidiyor. Ahmet’in farkı burada işte. Bu duyguları nasıl da kavrayabiliyor ve güzel güzel eserlerinde sergileyebiliyor. Ağır ağır akan hatta akmıyor mu akıyor mu dedirten derin bir ırmak gibi…

Su uzmanı değilim ama gözelerden, kaynaklardan, sülenlerden, pınarlardan, çeşmelerden, derelerden, çaylardan, ırmaklardan vb. su içmiş biriyim. Derelerin akışını bana sorun. Taşlara çarpa çarpa beyazlara bürünerek ve adeta köpürerek akan dereler. Küçük büyük çağlayanları olan dereler, kıvrıla kıvrıla akan bazen güneşle yıkanan bazen tabiatla çamurlanan dereler… Ala balıklı dereler, kenarlarında kurbağalar öten dereler… Kısaca bu gözlerin gördükleri sayılıp bitirilemez. Irmaklar da gördüm. Ama Yeşilırmak’tan daha çok etkilendim. Yeşilırmak’la Karadeniz'in kucaklaşmasını izledim Samsun’da. Ne muhteşem. Akıyor mu akmıyor mu belli olmayan geniş mi geniş, derin mi derin bir ırmak ve Karadeniz. Yeşilırmak’ın taşanda sürüklediği ağaçları, şunları bunları karıştırmayalım.

Ahmet’in eseri Yalnız Adam (Yüzleşmeyi) okumamaya başladığımda onu Yeşilırmak’ın Karadeniz’le kucaklaşmasına benzetir oldum. Daha doğrusu aklıma o geldi. Başka ne gelebilirdi. Öyle ya bir saliselik duygu ve düşünce akışını beş altı sayfaya yayabilmek herkesin harcı olamaz. Kitabı bitirince Yeşilırmak benzetmesinden vaz geçtim. Niçin mi?

Niçin olacak, Avrupa’nın dört yanını kulaçlayan, Uzakdoğu’nun, kendi deyimiyle mistik topraklarında gözlemler yapan ve İngilizce eserleriyle şimdilik Amazonla dünya arenasına çıkan Ahmet’i Yeşilırmak’a benzetmem haksızlık olur. Hem her sanatçı kendine benzer. Herkes biriciktir.

Edebiyat bulvarında sessiz, sakin, sabırlı, istikrarlı, planlı, kararlı ve ağır ağır ilerlemesini sürdüren, hiçbir kişiye, kurum ve kuruluşa minnet etmeyen Ahmet Gencal’a başarılar diliyoruz. Şimdilik hayatın derinliklerinden gelen sözlerin ustası, yarının bilge yazarı olarak gördüğümüz Ahmet Gencal’ı okumak yaşamı okumaktır; belki de insanın kendisini okumasıdır.

Okumak güzel, tabii yazmak da…

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 12. 05. 2025

 _______________________




https://www.mirathaber.com/ahmet-gencal-nefes-alip-vermek-en-guzel-siiri-yazmaktir/

 

________________________

Ahmet Gencal’ın Eserlerini sipariş adresleri

https://cinius.shop/writer/ahmet-gencal/

https://www.istanbulkitapcisi.com/ahmet-gencal

 

https://www.google.com/search?sca_esv=e62aff6ab256d97c&sxsrf=AHTn8zr46Id4FYotmyaitX1WfbHmj00otQ:1747045362195&q=Ahmet+Gencal,+cinius&udm=2&fbs=ABzOT_

 

11.5.25

Ağaçlar Umut Açtı

 



Bir arkadaşla telefonla konuşmak güzel. Görüntülü telefonla konuşmak daha güzel. Ya, yüz yüze konuşmak? Değerli arkadaşım Erdoğan Bey’le bu güzelliği paylaştık bugün. Güzellikler paylaşılınca artar derler ki bu sözün doğruluğunu da gördük. İnşallah her günümüz böyle olur.

Erdoğan Beyin deyimiyle sezonu açtık bugün. Ne sezonu ne açması? Futbol sezonu kapanmak üzere. Dizi film sezonları da… Biz “yaz” sezonunu açtık bugün. Hem de güzel bir açılışla…



Güzel olmaz mı? Masanın üzerine incesinden bir naylon örtü seriyor Erdoğan Bey. Sonrasına bakın: Bir poşet fındık, bir poşet ceviz. Onların yanına ne yakışır? Bir poşet de kuru üzüm boşaltılıyor. Bunları harmanlamak ne güzel. Beden sağlığı için ruh sağlığı için böylesi harmanlamayı yapan Erdoğan Beye gönülden teşekkürler. Ve gelsin çaylar…

Bugün, açık deyişe 11 Mayıs 1025 Pazar günü. Kaydedilmesi gereken bir gün. İnşallah güzel güzel kaydederim:

Dünden kararlaştırmıştık saat tam 14.02’de Dörtyol Cafe’de buluşmayı. Saat 13.39’da evden çıktık. Hava güneşli. Güneşin ışıkları bambaşka bugün. Hele bu ışıkların altında gördüğüm çocuklar. Caddenin sağında 6 kız çocuğu. Üç küçük kız ağabeylerinin peşinden gitmek istiyor. 5-6 yaşlarında diğer kızlar onları engelliyor. Çığlıklar, cıvıldamalar. Konuşmalarını duyuyorum ama anlayamıyorum. Bizim gideceğimiz istikamette yürüyen 3 delikanlı. 8-9 yaşlarında varlar. Ne de güzel yürüyorlar. Belli ki ağabeylerine ya da amcalarını dayılarına özeniyorlar. Maşallah maşallah. Nedense çocukları çok seviyorum ben.




Sol kolum oğlum Ahmet’in kolunda. Sağ elimde de baston. Rahat yürüyorum çok şükür. Bu arada Ahmet fotoğraflarımı çekiyor.

Kafeye yaklaştık. Köşe başında çiçekçi. Haa. Bugün anneler Günü. Ölen annelerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Yaşayan annelere de sağlık ve mutluluklar. Hepimizin anneler günü kutlu olsun.” Cennetin annelerin ayakları altında olduğu” unutulmasın.

Ve Kafeye girdim. Kafe sahibi uzun zaman önce değişmiş. Yeni çalışanlarıyla tanışıyorum. Ve.. arkamda Erdoğan Bey. Hemen sarılıyoruz. Hal hatır sorduktan sonra salon denir mi bilemem oturacağımız yerin kapısından giriyoruz. Bir beyefendi Erdoğan Beye hoş geldiniz, diyor. Erdoğan bey de onunla beni tanıştırıyor. Ya, sanki tanışmıyor gibi yapıyorsunuz. Biz tanışmıyor muyuz? Ne çabuk unuttunuz. Sakal bırakmış olmanız ihtiyar olmanız anlamına gelmez, dedim. Bu müteahhit kardeşimiz ne dese beğenirsiniz? Yanlış anlaşılmasın, zengin olduk diye kibirden tanımamazlık etmiyoruz. Hasta olabiliriz, unutabiliriz. Neyse biz hüsnü zan içinde olalım.



Ve masamıza oturduk. Fındık, ceviz ve üzüm çayla güzel gidiyor. İnşallah böyle güzellikler devam eder. İzlemişsinizdir. Bakanımız 16 ürüne (Bunlar içinde ceviz, fındık ve üzüm de var) don vurduğunu açıkladı. Bu arada ne gibi önlemler aldığını araştırmadım.

Ne konuştuğumuza gelince:

Valla spordan konuşmadık. Hatta Trabzonspor’dan bile.

Siyasetin s bile gündeme gelmedi. Allah Allah. Erdoğan Bey dostumuz önceleri hafiften siyasete girer, sonra benim bu konulardan hazzetmediğimi bildiği için özür dileyerek çıkıverirdi. Hem de, şurada kaldık derdi. Öyleine kuvveti bir hafızası var. Erdoğan Bey teşekkür etmesini de bilir özür dilemesini de. Ne de olmasa Avrupa görmüş biri desem olur mu? Bunun Avrupa’yla bir ilgisi yok. Bu bir doğu medeniyeti, bir İslam medeniyeti ürünü.

Erdoğan Beyin 23 yıl (yoksa 25 mi) İsviçre’de kaldığını yazmıştık. Bir ara İsviçre anılarına girdi. Tam da bu konu açılmışken dedim ki, yazımda bir karşılaştırma yapayım mı? Yok, dedi. Bunun manasını anlıyorsunuz değil mi? Ne incelik ne güzel bir düşünme. Bizim toplumumuzun geri kalmışlığını sergilemek istemedi. Halkın umutlarını kırmak suçu aklına bile gelmedi. Böyle bir suç var mı acaba? Biliyorsunuz ki kanun bilmemek mazeret değil.

Başta “YAZ” sezonunu açtık, dedik. Bu açılışa uygun ne yazmalıyım. Erdoğan Bey, sen yazarsın bir şeyler, deyiverdi.

Kafe’den çıkınca baktım çevreye. Maşallah. Karşıdaki ağaç el sallayak selâmlıyor beni. Yanındaki kendisi gibi çiçeklerle donanmış ağaçların selâmlarını da aynı güzellik ve nezaketle alıyorum.

Ağaçlar çiçek açtı yerine ağaçlar umut açtı desek olur mu? Bu benzetme tam da uyuyor. Çiçek sonrası tomurcuk açmak ve meyveye durmak. Tabii siyasi don vurmazsa.

Çocuklardan, annelerden söz ettik. Kafedekilerle tanışmaktan da… En çok da güneşin ışıklarından, sıcaklığından. Yurttaşlarımıza sıcak ve aydınlık dolu yarınlar sunamaz mıyız?

Güzel günler için çabalamak ve güzellikleri paylaşmak dileğiyle…

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 11. 05. 2025

 

5.5.25

İnsanometre İcat Edildi mi?

 



Mutlaka bir yazı yazmak istiyorum. Ama korkuyorum da. Onun için suya sabuna dokunmadan yazmalıyım.

Suya sabuna der demez aklıma geleni yazayım. Fi tarihinde1 (düzeltiyorum 16-17 kadar önce) hastaneye gitmiştim. Duvara asılı levhalardan birinde “Suya sabuna dokunun.” ifadesi yer alıyordu. Yanılmıyorsam onun üzerine bir yazı yazmıştım. O yazıyı kazasız belasız atlattığıma göre demek ki yazı sudan bir yazı imiş. Sudan yazılar revaçta günümüzde. Böyle yazılar yazanlar taltif de edilebilir. Taltif edilmek? Neyse o ciğere uzanamadık.

Şimdi, bir arkadaşımızı güldürme zamanı geldi. Sahi biz buraya niçin geldik?

Alt tarafı bir yazı yazacaktık ama öyle başladık ki sanki üst tarafı ilgilendiriyormuş gibi. Sanki şu tarafı eleştiriyormuş gibi. Anlayacağınız, -mış gibi yapıp yazımıza devam edecektik.

Vaz geçtim. Gerçekten yazmayı düşündüğüm bir yazıyı yazmaktan vaz geçtim. Çünkü çok önemli bir konuyu ele almayı düşünüyordum: “Üslubu Beyan Aynıyla İnsan.” Başlıklı bir deneme yazacaktım.

“İngiliz Şair Buffon'un, dilimize Recaizade Mahmut Ekrem tarafından çevrilen, o meşhur sözünde; “Üslubu beyan ayniyle insandır” kaziyesi1…” bizlere, değerli hocalarımız tarafından öyle işlendi ki bu söz sanki atalarımızdan süzülüp gelen bir söz oluverdi. Öyle ki bir tek bir yanlış beyan mı ettin. Çoğa varmaz gümledin3. Ya, öğrenciliğimizde ve gençliğimizde o kadar da baskı altında olmamız pek de iyi olmadı baksanıza rahatça şey edemiyoruz.

Sadede gelelim4: Önce soğuk bir su içelim.

Efendim uslûp4 kavramını çok dar anlamda kullanırdık. Bu anlamı, keyfime göre genişlettim birazcık. Tavır, söz, konuşma, jest ve mimik, beden dili, eylem vb. anlamlarıyla yükledim.  Keyfime göre derken yanlış anlaşılmasın psikolojik, biyolojik, sosyolojik kavramlarını keyfolojik biçim olarak biçimlendirdiğimi demek istedim. Başka türlüsü nasıl “aynıyla insan” olabilirdi. Boru değil insan ölçüyorsunuz.

Ciddi olarak soruyorum. Termometre, barometre, kronometre , nano metre vb. metreler icat edildi. Acaba insanometre icat edildi mi? Bir taraftan da bazılarının içindeki sesleri duyuyorum: O sesler diyor ki: Ciddi olamazsın Sabahattin. İNSAN üzerine ömrünü verdin. Kur’an’daki tüm insan ayetlerini okudun. Kur’an ahlakının evrensel olduğunu haykıran ahlak kitapları yazdın. Esma-i Hüsna’yı yazdın. Daha önemlisi irili ufaklı 60’ı aşan çalışmalarının ekvatorüne hep insanı koydun…

Valla mahcup oldum şimdi. Bir o kadar da üzüldüm. Ya henüz fırsat varken, yazıyı yayımlamadan atayım mı? Yoksa hiç olmazsa bu son yazdıklarımı mı sileyim? Yoksa yoksa her insanın bu tür yanlışlar yapabileceğinin bir nişanesi olarak, kınanmak pahasına bu yazıyı yayımlayayım mı?

Nasihatimdir: Plan yapmadan yazı yazayım, demeyin. Sonucunu işte görüyorsunuz. Fi tarihinde ben kuralcı, titiz, plansız hiçbir şey yapmayan biriydim. Hatta meslek hayatımın son yılında çalıştığım bir özel okulda genel müdürümüz (Allah rahmet etsin) beni planlama şube müdürü yaptı… O konu da başka bir konu. Yani böyleyken böyle oluverdim.

Sözde suya sabuna dokunmadan öyle bir yazı yazacak ve bardağı taşıran son damla olarak bir kelime yazacaktım.

O kelimeyi – deyimi yazmayacağım. Bile bile de Niyazi olmak6 istemem.

Benim kafa birazcık eskidi. Bugünlerde çağrışım da çağrışım:

İstemem! Eksik olsun7

Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy-İstanbul, 05.05.2025

 

____________________

1. Fi tarihi, iki anlamda kullanılır: İlk Anlamı - Çok eskiden, mazide kalan, kimsenin hatırlamadığı, unutulmaya yüz tutmuş.

İkinci Anlamı - Kimse kayıt altına almadığı ya da hatırlamadığı için belirsiz olan tarih.

 

2.Kaziye, mahkeme kararı veya hükmü demek değil, iş, husus, şey, mesele demektir. Dolayısıyla “kaziye-i muhkeme”, “tahkim edilmiş şey”, “sağlam şey” veya “kavi şey” demektir.

3. gümlemek:

        1.güm diye ses çıkarmak.

        2. teklifsiz (senlibenli) konuşmada umulmadık, 

beklenmedik bir zamanda yok olmak ya da ölmek.

4. Sadede gelelim ne demek?

uzun süren dolambaçlı anlatımlardan sonra konuyu iki sözle annatmak; dinleyicilerin içine su serpmek.

5. Üslûp ya da biçem; sanatçının özel yapış yolu, yazarın duyuş, düşünüş ayrılığı; cümlelerin uzunluğu, kısalığı; kelimeleri seçişi, yazısının âhengindeki ...

6. Niyazi oldu ne demek?Amacı Payitahta gelip yozlaşmaya başlayan İttihatçı iktidara, eski arkadaşlarına “ dur” demek, vatan kurtarmaktı. Ondan arda kalan “Ne şehittir ne gazi b.. yoluna gitti Niyazi” deyimi... Harcanan, unutulan, kazık yiyenlere “Niyazi olmuş “ derler.

 7. https://www.mserdark.com/istemem-eksik-olsun/