İster misiniz? Seninle 9 dakika
sohbet edelim?
Ben sensiz, sen bensiz sohbetimizin
konusu ne olsun?
Doğru dürüst olsun, doğal ve samimimi
olsun da ne olursa olsun.
“Ben” ve “sen” kavramlarını gerçek
anlamda kullanıyoruz. Çünkü mecazın altından kalkamayız. Bu konudaki tecrübeme
kısaca değineyim: Bizim Yunus demez miydi?
“Severim
ben seni candan içeri
“Yolum
vardır bu erkândan içeri
“Beni bende demem bende değilim
“Bir ben vardır bende benden içeri
“Nereye
bakar isem dopdolusun
“Seni
nere koyam benden içeri.”
Yunus
Emre
Bazılarının da bildiği üzere Bizim
Yunusla aramız çok iyidir. Dost sayılmayız belki; ama arkadaşlığımız hayli
ileri. Ondan ilham alarak içimdeki BENLERİN temsilcileriyle birkaç kurultay
düzenledim. Bayağı, Cemiyetler/Dernekler Kanununa göre çalışmalar yürüttük.
Yönetim Kurulları, Denetleme Kurulları vb. derken işi bir hayli ilerlettik.
Hatta bu çalışmayla bir yarışmaya bile katılmıştım. Ancak kimse takmadı bizi.
Dernekler Kanunuymuş. O da ne. Bu memlekette Anayasayı bile takmayanlar çıkabiliyor...
Anlayacağınız BENDEN İÇERÜ olanlar içerü olmaya devam ediyorlar.
“Sen” meselesine gelince, bilindiği
üzere denemeci olabilme çabasındaydım bir zamanlar. Meğer deneme yazıyorum,
diyenler denemeci olamazmış. Heyhat. Bunu sonradan öğrendim. Bir de denemelerde
yazar kendine hitap etmeliymiş. Ben de aksine hep sana hitap etmek istiyorum.
Öyle olunca yine deneme deneme olmazmış. Buna bir gerekçe uydurdum. Hz. Mevlâna
diyor ya; “Ben sen oldum; sen de ben oldun! Ben ten oldum; sen de can oldun!
Öyle bir hale geldik ki bundan sonra hiç kimse; 'Sen ayrısın, ben ayrıyım!'
diyemez!"
Sen ben olunca, ben yine bana hitap
etmiş olmuyor muyum? Gerekçeye diyecek yok. Ama gel bana sor: Bu ben, sen
kavramlarından bir şey anladın mı? Empati yaparak seni ben yapabilirim: ancak ne
malum sen empati yapacaksın da ben olacaksın. Hz. Mevlana’ya malum olan bize
olmayabilir. Hem şunu da ekleyeyim: Bizim Yunusla olan senli benliliğiz Hz.
Mevlana’ya sökmez. Hem bazı sözlerini hem anlamıyorum, hem de nedense kafam
karışıyor. Zaten ortamın bozukluğundan kafalarımız iyice karışık. Onun için
mecazları bir yana bırakarak seninle biraz söyleşelim mi?
Söz aramızda, sen hiç kendi kendinle
konuşur musun?
Söz aramızda, dedik. Çekinmeden
söyleyiver...
Hah, şöyle. Zaten kendi kendisiyle
konuşamayandan ne köy olur ne kasaba. Siz ne şair olur, ne yazar,
diyebilirsiniz.
Bilesiniz ki, kendi kendimizle
konuşmak o kadar kolay olmayabilir. Bakın ben nasıl konuşuyorum.
Bu son yedi senedir, çalışma masamın
tam karşısında büyük bir ayna var. Aynadakiyle konuşurken, bir bakıyorum ki
aynadaki sen oluyorsun. Sonra sen ben oluyorsun. Aynadaki de o oluyor. Bu kez
seninle onun konuşmasına da kulak misafiri oluyorum. Ben, sen, o derken karışıyoruz birbirine... Tabii
anlamıyoruz değil mi?
“Anlamak yok çocuğum, anlar gibi
olmak var
“Akıl için son tavır, saçlarını
yolmak var.” (NFK)
Anlar gibi yapalım; ama saçlarımızı
yolmayalım. Yoksa sohbetimizi tamamlayamayız.
Konuşmaya nereden başlayalım?
Terorist devlet İsrail’den mi? Ondan
beter ABD’den veya AB ülkelerinden mi? Aman
aman demeyelim. Batının, kapitalistlerin, emperyalistlerin yüzlerini ayan beyan
gördük. Artık bundan böyle kendimize geliriz. Bu vahşiler var ya, bizim
edebiyatımızı da yönlendirmeye kalktılar. İçten içe okul müfredatlarına da
karışmış bu şeyler...
Peki, daha basit konulardan söz
edelim:
Biliyorsunuz ki SaGen yazarlar Grubu’nun
yöneticisiyim. (Reisi değilim). Sayfada, her halde robo,t iki de bir yeni
üyelere hoş geldiniz, deyin. Şöyle yapın, böyle yapın. Daha etkili olur, şöyle
olur, böyle olur. Önceden de söylemiştim. Ben bu robotların sözlerine
uymayacağım. Dedim ya, ben içimden geldiği gibi davranacağım. Hem yazarlarımız
çocuk mu?
Bir şey daha diyeyim mi? Kamu
yönetimi derslerinde bize ne derlerdi biliyor musunuz? Bir sopa olacak, ucunda
da bir havuç. Güdüleme araçları havuç ve sopa. Tövbe olsun ki, ben bu kurala
uymam, dedim. Ben ne havuç gösteririm, ne de sopa. Ben insana insan gibi
muamele ederim. Bugün okullarımızda da ödül ve ceza yöntemi o kadar çok
kullanılıyor ki? Gerçekten bunun yararlı olduğuna inanalar da var... Bu konuyu
da atlayalım.
Biraz da özelimize girelim mi?
Bilindiği üzere 28 Eylülde, SaGen
Yazarlar Grubu sayfasını başlattık. “Edebiyatçı Olabilmek” yazısıyla açılışı
yapmayı düşünüyordum. Yazıyı yükledikten sonra, birkaç dakika geçti geçmedi yazının
yayından kaldırıldığı bilgisi iletildi. Aynı gerekçe; “toplum standarlarına
uymuyormuşum.” Ben de toplum kurallarına uyarak HAYDİ MAÇA MAÇA başlıklı yazı
yazdım. Yazı tarzıma uygun değildi; ama başlayalım dedim. Orada duruma
değindim. Benim mimlenmiş olduğumu, korkanların yazmayabileceğini de söyledim.
Bu mimle yine karşılaştım ve anladım
ki bu mim başka türlü bir mimmiş.
Ben Hâlâ Yeşil Bir Kurbağayım”
başlıklı bir yazı yazdım. Ne olur ne olmaz diye yeni okur temsilcim Ahmet
Gencal’a okuttum. Oluru aldım. Kendisine sordum. Ek olarak Kurbağa Sendromunu
yazayım mı? Gerek yok. Çokları biliyordur, dedi. Bir de ilk başta “Türkiye
Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş Yıldönümü etkinliklerine bir katkımızı olsun.” diye
yazmıştım. Aaaa, bir dakika sürmedi. Yazı kaldırıldı. Yine toplum kurallarına
uymamaktan... Daha fazlasına baktık, mealen diyor ki bilmem neleri aldatma var.
Oo ben neymişim? Arama motorlarını, robotları aldatıyorum. Trend meselesi yani.
Oysa ben bu meselelerden hiç anlamam. Bir tarih Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nin
açtığı bir kursa gitmiştim. Bütün arkadaşlar konuya hâkimken ben
anlamıyordum... Yine Ahmet’i çağırdım. Dedi ki bu “yüzyıl” çok kullanılıyor,
bunu kaldır. Bir de “yeşil kurbağa” da ilginç onu da kaldır. Dediğini yaptım ve
“İnsan Onuruna” yakışan başlıklı yazıyı yayınladım. Bereket kimse bir şey
sezmedi. Ahmet ilave etti, sen mimlisin, çok dikkat etmelisin. Evet, ilginç,
enterasan, ilgi çekici, normal dışı hiçbir şey yazmayacağım. Tabii size sözüm yok nasıl yazarsanız
yazınız.
Kum saatimiz boşaldı mı? Boşalmadı
mı? İyi, boşalana kadar devam:
Napolyon’a atfedilen fıkra gibi bir
hikayecik varmış:
Napolyon bir savaşta topçu birliğini
teftiş ediyormuş. Bir topun sustuğunu görünce yanına gider. Çavuşa, topun neden
ateşlenmediğini sorar. Çavuş da bunun 5 sebebi var, der. Say bakalım: 1. Barut bitti...
Tamam, diğerlerini sayma.
Bu anlatı birçok örnek için
kullanılıyor. Bu kez de biz kullanalım:
Şimdi sen izle beni. SaGen yazarlarına
tek tek soruyorum:
Niye susuyoruz? 41 sebebi var. Sayar
mısınız? Bir: Korkuyorum. Peki, diğerlerini saymaya gerek yok.
Başka bir yazara soruyorum:
Niye susuyorsunuz? 31 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Yazma isteğim yok. Peki, diğerlerini saymaya gerek.
Aynı minval üzere devam:
Niye susuyorsunuz? 11 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Sipariş üzerine yazmam ben. Peki, diğerlerini saymaya gerek.
Niye susuyorsunuz? 5 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Öyle küçük grup için yazmam ben. Peki, diğerlerini saymaya
gerek.
Niye susuyorsunuz? 4 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Eleştiriye dayanamam ben. Peki, diğerlerini saymaya gerek.
Niye susuyorsunuz? 3 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Yöneticilerin motivesi eksik de ondan. Peki, diğerlerini
saymaya gerek.
Niye susuyorsunuz? 2 sebebi var.
Sayar mısınız? Bir: Önce başlamam ben. Peki, diğerlerini saymaya gerek.
Niye susuyorsunuz? 1 sebebi var. Söyler
misiniz? BEN DE BİLMİYORUM.
Bu uydurmasyonlar oldu mu? Bu anda Prof.
Dr. Niyazi Kahveci’yi hatırladım. Bir söyleşisinde, bizde düşünürlerin
olmadığından bahisle yazarların atmasyon, tutmasyon, uydurmasyon vb. masyonlarla
kendilerini aldattıklarını söylemişti.
Evet, ben baştaki bildirimlerimde de
vurguladığım gibi hiç bir yazara; ŞU ZAMAN YAZ, ŞU KONUDA YAZ, ŞÖYLE YAZ, ŞU
KADAR YAZ vb. demem. Demek de haddim değildir. Sonra evde “evlad ü ıyal” var.
Hayalde mevki var, statü var...
Yalnız şunu diyebilirim: Zamanımızda müthiş
bir dezenformasyon var. Tabii bunları takip edenler de... Yazılarımıza öyle dikkat edelim ki bizleri
dezenformasyon yapanlardan sanmasınlar. Yani kanunlara ve de Facebook kurallarına
uymaya çalışalım.
Görüşmek dileğiyle saygı ve sevgiler...
Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 23. 10. 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder