Ahmet Meral
İNSANIN SERÜVENİ
-II-
İnsanın serüveni,
farklı kulvarlara ayrılış ve savruluşu gösteren kimlik problemleri dışında,
misafir olduğu dünyayı anlama, tanımlama, evrenin işleyiş şifrelerini çözme
çabası olarak da ele alınabilir. Nitekim bugün akıllara durgunluk veren
teknolojik süreçler tekerleğin icadıyla başlamıştır.
Evrenin bu hırslı misafirleri, birbirini
besleyen ve tetikleyen teknik buluşlar sayesinde yeryüzünü imar faaliyetlerini
sürdürdüler, hayatımızı kolaylaştıran birçok buluşa imza atarak dünyayı adeta
atölyeye dönüştürdüler. Köprüler, kervansaraylar, surlar, kaleler şehirler
oluşturdular.
Dünyayı keşfetmede
yeni süreçleri başlatan Galileo evreni bir kitaba benzeterek işleyiş yasalarını
anlamaya davet eder.
‘Bu kitap
matematik diliyle yazılmıştır ve içinde kullanılan karakterler, üçgenlerden,
dairelerden ve diğer geometrik şekillerden oluşmuştur. Bu karakterlerin yardımı
olmadan herhangi bir insanın bu kitabın tek bir kelimesini bile anlayabilmesi imkânsızdır.
Bunlar olmadan, karanlık bir labirentin içinde boşu boşuna dolaşıp dururuz.’
Nitekim son üç yüz
yıl içinde Matematik alanındaki ilerlemeler yüzü dünyaya dönük bilimlerde
hayatımızı kolaylaştıran patlamaların yaşanmasına yol açtı. İskoç asıllı James
Watt 1763’te buharlı makinayı icat etti. Böylece Okyanus’u aşan gemiler en
önemli ulaşım taşıma aracı olarak öne çıktı. Zaman içerisinde kıtalararası
yolculuğun önünü açan uçaklar ulaşımı kolaylaştırdı. Sanayileşme süreçleriyle görkemli
fabrikalar, el gücüyle kıyaslanamayacak bir makine gücüne dayalı üretim ortaya
çıktı.
18. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren ilk kez İngiltere’ de başlayan Sanayi Devrimi,
Birleşik Krallığın çehresini her yönüyle değiştirdi. Tekstil fabrikalarıyla
başlayan makineleşme süreci diğer sektörlere de sıçradı. Oluşturulan denizaşırı
şirketler, başta Hindistan olmak üzere Asya ve Afrika’daki İngiliz
sömürgelerinden tekstil hammaddelerini Londra’ya taşıyor, mamul haline
getirdikleri ürünleri bu bölgelere ulaştırarak büyük karlar elde ediyorlardı.
İngilizler ulaşım açısından ada devleti olmanın kolaylığını yaşadılar. Kısa
zamanda, Sanayi Devrimi tüm Avrupa’ya yayıldı.
Öte yandan bütün
Avrupa’da hızlı bir demiryolu yapımı başladı. Lokomotif ve telgraf toplumsal
iletişim ve haberleşmeyi hızlandırdı.
Avrupa’da Sanayi
Devrimiyle beraber meydana gelen işçi açığı, kırsaldan büyük kentlere büyük göçleri
beraberinde getirdi. Londra, Paris, Anvers, Hamburg gibi büyük şehirlerin
nüfusu kısa zamanda üç beş kat arttı. Yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkmaya
başladı. Şehirlerin banliyölerinde yaşayanlar daha çok çalışan kesimleri
oluşturuyordu.
Tam bu noktada Şair
Muhammed İkbal Batı medeniyetinin bu teknik gelişmesi ile doğru orantılı bir
şekilde insani değerlere yeterince ağırlık vermediğini şu sözleriyle ifade
eder.
‘Gökte kuşları
geride bıraktılar, denizlerde balıkları utandırdılar’ ancak daha doğru dürüst
yürüyemiyorlar.’
Doğrusu, Şarkın
büyük şair ve felsefecisi İkbal, uzayın keşfi, Tıp, biyoloji ve son yıllardaki dijital
devrimleri görebilseydi, İki büyük dünya savaşının trajedilerine şahit olsaydı
veya bugün sekiz milyar insanın naklen
seyrettiği Ortadoğu’da ki katliamları izleseydi hayret ve şaşkınlığını çok daha ileri
noktalara taşırdı.
Kuşkusuz, insani
serüvenin en sancılı ve dramatik boyutlarından birisi de siyasal süreçlerin
oluşumudur.
Siyaset, birçok
tanımının yanında, ‘insan idare etme sanatı’ olarak kabul edilir. Ailede
başlayan sosyalleşme, toplumsal yaşamla birlikte hak ve sorumlulukların
dağılımı ve güvenlik kaygıları devletin ilk nüvesi olan şehir (site)
devletlerini doğurdu.
Sosyal
bilimcilerin Tanrı - Kral ya da Rahip - Kral isimlendirmesi verdikleri çok uzun
bir dönem yaşandı. Mezopotamya ve Anadolu’da şehir devletleriyle başlayan
kurumsallaşma hâkimiyet alanlarının gelişimiyle birlikte Mısır ve İran,
Hindistan ve Çin’de olduğu gibi güçlü krallıklara dönüştü. Sosyal Bilimcilerin
Tanrı – Kral veya Rahip – Kral yönetimleri olarak isimlendirdiği bir tarzda ilk
devletler şekillendi. Tam burada yönetimlerin kutsal olma ya da kutsalları
koruma iddialarının temeli ne olabilir sorusu zihinleri yıllarca meşgul etmiş
önemli bir sorudur. Ayrıca yeterince irdelenmediği de söylenebilir.
Çağlar boyu süren
bu yönetimlerin kutsal devlet görüntüsü, sadece halkı kandırma olarak açıklanamayacak
bir olgudur. Sokaklarında dolaşıp insanları semavi mesajları dikkate almaya
davet eden Nebi ve Resulleri yok saymak, milyonlarca insanın davranışlarıyla
ortaya koyduğu inançları, mabetleri, sivil aydınların eserlerine yansıyan özlü
bilgelikleri es geçmektir.
’Hak ve adaleti
gözetin, ‘ölçü ve tartıya riayet edin, ‘mal ve imkânlar tek elde toplanmasın,
Allah’ın ölçülerine riayet edin ve yalnız Allah’a kulluk edin’ diyen dini
öğretilerin toplumsal etkisini yeterince hesaba katmamaktır. Oysa ilk
Peygamberlerden de siyasi sorumluluk üstlenenlerin var olduğu ve adil
yönetimlerin ilk örneğini gösterdiği semavi metinlerde görülmektedir. Ve
nihayet her çağda, adaleti öne çıkaran ve güzel sorumluluklar üstlenmiş
yöneticiler var oldu.
Bu samimi insanlar
tahtlarını adil yönetimleriyle, halkın gönlünde kurmayı başarmışlardı. (Nuşirevan
örneğinde olduğu gibi) Bu nedenle iktidar talebiyle ortaya çıkanlar veya bir
şekilde iktidar olanlar öyle olsun veya olmasın kendilerine tanrısal bir atıf
yapmayı ihmal etmemiştir. Bu durum aynı zamanda iktidarların meşruiyetini
oluşturmuştur. Tabii ki halkın itaatini sağladığı gibi, halkın yönetimini de
kolaylaştırmıştır. Bu durum ufak tefek farklılıklarla 19. Yüzyıla kadar devam
edecektir.
Mısır kralları kendilerini Tanrı olarak,
Şintoist Japon Kralları ise güneşin oğlu olarak görüyordu. Emevi, Abbasi ve
ardılları olan hükümdarlar Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah), Hadimül
Haremeyn (Kutsal iki beldenin hizmetçisi) gibi unvanları kullanmayı daima şiar
edinmişti. Tabii ki bu durum kutsal devlet algısını yaratıyor ve kralın
buyruklarına itaati ve rakipleriyle mücadele içinde avantaj sağlıyordu. Yakın
çağ boyunca Fransızlar kendilerini Katoliklerin, Ruslar Ortodoks Hıristiyanların
hamisi olarak görüyorlardı. İngiliz Kralı aynı zamanda Anglikan Kilisesinin
başı olarak kabul edilirdi. Osmanlı sultanları da Halifelik sıfatıyla genel
olarak Müslümanların resmi yöneticileriydi. Bugün de her devlet siyaset
reflekslerinde bagajlarındaki bu olguyu daima dikkate almaktadır.
Devamı yarın
1 2 3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder