11.12.24

Ahmet Meral/İnsanın Serüveni-II

 


Ahmet Meral

İNSANIN SERÜVENİ

-II-


İnsanın serüveni, farklı kulvarlara ayrılış ve savruluşu gösteren kimlik problemleri dışında, misafir olduğu dünyayı anlama, tanımlama, evrenin işleyiş şifrelerini çözme çabası olarak da ele alınabilir. Nitekim bugün akıllara durgunluk veren teknolojik süreçler tekerleğin icadıyla başlamıştır.

 Evrenin bu hırslı misafirleri, birbirini besleyen ve tetikleyen teknik buluşlar sayesinde yeryüzünü imar faaliyetlerini sürdürdüler, hayatımızı kolaylaştıran birçok buluşa imza atarak dünyayı adeta atölyeye dönüştürdüler. Köprüler, kervansaraylar, surlar, kaleler şehirler oluşturdular.

Dünyayı keşfetmede yeni süreçleri başlatan Galileo evreni bir kitaba benzeterek işleyiş yasalarını anlamaya davet eder.

‘Bu kitap matematik diliyle yazılmıştır ve içinde kullanılan karakterler, üçgenlerden, dairelerden ve diğer geometrik şekillerden oluşmuştur. Bu karakterlerin yardımı olmadan herhangi bir insanın bu kitabın tek bir kelimesini bile anlayabilmesi imkânsızdır. Bunlar olmadan, karanlık bir labirentin içinde boşu boşuna dolaşıp dururuz.’

Nitekim son üç yüz yıl içinde Matematik alanındaki ilerlemeler yüzü dünyaya dönük bilimlerde hayatımızı kolaylaştıran patlamaların yaşanmasına yol açtı. İskoç asıllı James Watt 1763’te buharlı makinayı icat etti. Böylece Okyanus’u aşan gemiler en önemli ulaşım taşıma aracı olarak öne çıktı. Zaman içerisinde kıtalararası yolculuğun önünü açan uçaklar ulaşımı kolaylaştırdı. Sanayileşme süreçleriyle görkemli fabrikalar, el gücüyle kıyaslanamayacak bir makine gücüne dayalı üretim ortaya çıktı.

18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ilk kez İngiltere’ de başlayan Sanayi Devrimi, Birleşik Krallığın çehresini her yönüyle değiştirdi. Tekstil fabrikalarıyla başlayan makineleşme süreci diğer sektörlere de sıçradı. Oluşturulan denizaşırı şirketler, başta Hindistan olmak üzere Asya ve Afrika’daki İngiliz sömürgelerinden tekstil hammaddelerini Londra’ya taşıyor, mamul haline getirdikleri ürünleri bu bölgelere ulaştırarak büyük karlar elde ediyorlardı. İngilizler ulaşım açısından ada devleti olmanın kolaylığını yaşadılar. Kısa zamanda, Sanayi Devrimi tüm Avrupa’ya yayıldı.

Öte yandan bütün Avrupa’da hızlı bir demiryolu yapımı başladı. Lokomotif ve telgraf toplumsal iletişim ve haberleşmeyi hızlandırdı.

Avrupa’da Sanayi Devrimiyle beraber meydana gelen işçi açığı, kırsaldan büyük kentlere büyük göçleri beraberinde getirdi. Londra, Paris, Anvers, Hamburg gibi büyük şehirlerin nüfusu kısa zamanda üç beş kat arttı. Yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkmaya başladı. Şehirlerin banliyölerinde yaşayanlar daha çok çalışan kesimleri oluşturuyordu.

Tam bu noktada Şair Muhammed İkbal Batı medeniyetinin bu teknik gelişmesi ile doğru orantılı bir şekilde insani değerlere yeterince ağırlık vermediğini şu sözleriyle ifade eder.

‘Gökte kuşları geride bıraktılar, denizlerde balıkları utandırdılar’ ancak daha doğru dürüst yürüyemiyorlar.’

Doğrusu, Şarkın büyük şair ve felsefecisi İkbal, uzayın keşfi, Tıp, biyoloji ve son yıllardaki dijital devrimleri görebilseydi, İki büyük dünya savaşının trajedilerine şahit olsaydı veya  bugün sekiz milyar insanın naklen seyrettiği Ortadoğu’da ki katliamları izleseydi  hayret ve şaşkınlığını çok daha ileri noktalara taşırdı.

Kuşkusuz, insani serüvenin en sancılı ve dramatik boyutlarından birisi de siyasal süreçlerin oluşumudur.

Siyaset, birçok tanımının yanında, ‘insan idare etme sanatı’ olarak kabul edilir. Ailede başlayan sosyalleşme, toplumsal yaşamla birlikte hak ve sorumlulukların dağılımı ve güvenlik kaygıları devletin ilk nüvesi olan şehir (site) devletlerini doğurdu.

Sosyal bilimcilerin Tanrı - Kral ya da Rahip - Kral isimlendirmesi verdikleri çok uzun bir dönem yaşandı. Mezopotamya ve Anadolu’da şehir devletleriyle başlayan kurumsallaşma hâkimiyet alanlarının gelişimiyle birlikte Mısır ve İran, Hindistan ve Çin’de olduğu gibi güçlü krallıklara dönüştü. Sosyal Bilimcilerin Tanrı – Kral veya Rahip – Kral yönetimleri olarak isimlendirdiği bir tarzda ilk devletler şekillendi. Tam burada yönetimlerin kutsal olma ya da kutsalları koruma iddialarının temeli ne olabilir sorusu zihinleri yıllarca meşgul etmiş önemli bir sorudur. Ayrıca yeterince irdelenmediği de söylenebilir.

Çağlar boyu süren bu yönetimlerin kutsal devlet görüntüsü, sadece halkı kandırma olarak açıklanamayacak bir olgudur. Sokaklarında dolaşıp insanları semavi mesajları dikkate almaya davet eden Nebi ve Resulleri yok saymak, milyonlarca insanın davranışlarıyla ortaya koyduğu inançları, mabetleri, sivil aydınların eserlerine yansıyan özlü bilgelikleri es geçmektir.

’Hak ve adaleti gözetin, ‘ölçü ve tartıya riayet edin, ‘mal ve imkânlar tek elde toplanmasın, Allah’ın ölçülerine riayet edin ve yalnız Allah’a kulluk edin’ diyen dini öğretilerin toplumsal etkisini yeterince hesaba katmamaktır. Oysa ilk Peygamberlerden de siyasi sorumluluk üstlenenlerin var olduğu ve adil yönetimlerin ilk örneğini gösterdiği semavi metinlerde görülmektedir. Ve nihayet her çağda, adaleti öne çıkaran ve güzel sorumluluklar üstlenmiş yöneticiler var oldu.

Bu samimi insanlar tahtlarını adil yönetimleriyle, halkın gönlünde kurmayı başarmışlardı. (Nuşirevan örneğinde olduğu gibi) Bu nedenle iktidar talebiyle ortaya çıkanlar veya bir şekilde iktidar olanlar öyle olsun veya olmasın kendilerine tanrısal bir atıf yapmayı ihmal etmemiştir. Bu durum aynı zamanda iktidarların meşruiyetini oluşturmuştur. Tabii ki halkın itaatini sağladığı gibi, halkın yönetimini de kolaylaştırmıştır. Bu durum ufak tefek farklılıklarla 19. Yüzyıla kadar devam edecektir.

 Mısır kralları kendilerini Tanrı olarak, Şintoist Japon Kralları ise güneşin oğlu olarak görüyordu. Emevi, Abbasi ve ardılları olan hükümdarlar Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah), Hadimül Haremeyn (Kutsal iki beldenin hizmetçisi) gibi unvanları kullanmayı daima şiar edinmişti. Tabii ki bu durum kutsal devlet algısını yaratıyor ve kralın buyruklarına itaati ve rakipleriyle mücadele içinde avantaj sağlıyordu. Yakın çağ boyunca Fransızlar kendilerini Katoliklerin, Ruslar Ortodoks Hıristiyanların hamisi olarak görüyorlardı. İngiliz Kralı aynı zamanda Anglikan Kilisesinin başı olarak kabul edilirdi. Osmanlı sultanları da Halifelik sıfatıyla genel olarak Müslümanların resmi yöneticileriydi. Bugün de her devlet siyaset reflekslerinde bagajlarındaki bu olguyu daima dikkate almaktadır. 

Devamı yarın


  2    3 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder