Sabahattin Gencal, İSMEK Sancaktepe Kurs Merkezinde, 2020 |
Zehra Ebudalip 1955’te hamile kaldı. Her anne gibi
bebeğini 9 ay karnında taşıdı. Ama kucağına alamadı; çünkü gebelik sonucu
bebeği doğuma kısa süre kala karnında öldü.
Fas’ın Kazablanka kentindeki bir köyde yaşayan
Ebudalip’e doğum sancısı sandığı ağrılarla doktora gittiğinde sezeryan olması
gerektiği söylendi. Ancak o inançları doğrultusunda müdahaleye izin vermedi ve
bebeği tam 46 yıl karnında taşıdı.
81 yaşındaki Zehra’nın bu durumu, mide sancılarıyla hastaneye kaldırıldığında ortaya çıktı. Gördüklerine inanamayan doktorlar, tam 4 saat süren ameliyatla yaşlı kadının karnından gelişimini tamamlamış bir bebek çıkardılar.
Yaşlı kadın, “Yıllarca uyuduğunu düşündüm.” derken
uzmanlar bebeğin kalın bir kalsiyum tabaka altında adeta mumya haline
geldiğini, bunun da anneyi zehirlemesini engellediğini söyledi.
Eminim ki, 14.
03. 2006 tarihli Sabah gazetesinde yayımlanan bu haberi okuyanlar ilginç
bulmuşlardır. Ama haberi benim gibi kesip saklayan fazla kimse olduğunu
sanmam. Ben bu kupürü niye sakladım dersiniz?
Çünkü ben de 20
yıldır Çocuğumu Beynimde Taşıyorum
1986’da çocuğuma gebe kaldım. Her yazar gibi çocuğu
beynimde büyütmeye başladım…
Biraz karıştırdık kafaları. Biraz karışmasında fayda
vardır. Sular dalgalanmadan durulmaz.
Evet, ne diyorduk. 1986’da bir kitap yazmağa başladım.
Kitabın, yazarın çocuğu olduğunu söyleyenler çok doğru söylemişler. Aynı
heyecan, aynı sevgi, aynı vb. her şey aynı.
Kendimizi Görme
Denemesi adlı bu
eserin çok iddialı, çok faydalı, çok güzel bir kitap olması için uğraşıyordum. Kuzguna yavrusu güzel görünürmüş, bana
da bu kitap güzel görünüyordu. Doğrusu, hâlâ güzel görünüyor.
Bir iki sene zaman zaman, daha doğrusu resmi görevim,
mesaimin dışında fırsat bulduğum zaman yazdım. Ancak görev değişiklikleri
olunca bu kitabı çok uzun bir müddet elime almadım; alamadım.
Ne zamanki emekli oldum yine elime aldım bu kitabı.
Niye aldım ki? Eski eseri restore etmek
yeni eserler yapmaktan çok zor olur. Bunu bile bile kitabı tamamladım.
Sıra doğuma gelmişti. Kitabın gün yüzüne çık-ması için
tanıdık bir yayıncıya gittim. Yanımda 4 kitap taslağı daha vardı; ama onlardan
söz etmedim. Sözünü ettiğim kitabı doğurmak istiyordum. O doğmadan bana rahat
yoktu. Başka bir şey yapamıyordum. Yazamıyordum da…
Yayıncı çok iyi bir insandı, kızının öğretmeni olduğum
için tanışıyorduk. Beni çok iyi karşıladı. Gayet yumuşak bir üslupla şunları
söyledi.
“Kitap satışı
kısmet meselesidir. Dükkânı açtığım zaman bir kitap bastırmıştım, hâlâ
depomda duruyor. Geçenlerde bir kitap bastırdım, bitmek üzeredir.”
Bu arada ünlü olmanın kitap satışlarına etkisinden söz
edecek oldum. Kitabı çok satılan, o bahsettiği kişinin de ünsüz olduğunu
söyledi. Derlemelerin çok olduğu bir kitaptaki bir sayfa okuyucuların ilgisini çektiğinden, satışları artırdığından
söz etti…
Benim kitabımın başlığını sordu. “Kendimizi Görme Denemesi” dedim. Bu başlığı
ilginç buldu. Kitabın satışını artıracağını söyledi.
Bunları niye yazıyorum ki? Bazı dersler aldım da.
Demek ki kitabın başlığı önemli. Demek ki ilk görüş önemli. Ünlü olmak elbette önemli; ama ilgi
çekicilik daha da önemli…
Aldığın dersler sende kalsın neticeye gel diyenler
için yazayım.
Ortaklık teklif etti bana. “3000 kitabı ortak olarak
bastırıp yarı yarıya bölüşelim.” dedi. “1500 kitabı kim erken satarsa
diğerinden hangi şartlarla alacağını da konuşalım.” dedi. Düşündün “Kendi
payıma düşecek 3-4 milyarı borç bulduk diyelim. 1500 kitabı nasıl satarım?”
“Bir kitap bile satamam.” dedim.
Orada bulunan çalışanlardan emekli bir hoca “Her
akrabana elli şer tane verirsin.” dedi. Anlaştıkları diğer yazarların kitapları
kendilerinden önce sattıklarını da ekledi.
O anda aklıma, kınadığım mendil satıcıları geldi. “Bir
mendil alır mısınız? Bir kitap alır mısınız?” Ne kınamışsam o başıma gelmiştir.
Onun için, Sabahattin hiç kimseyi kınama dedim kendi kendime, hem de defalarca;
ama…
Fena oldum. Teşekkür ettim. Müsaade isteyerek
ayrıldım. Başka yerlere de uğramadım.
İşte sözünü ettiğim, beynimde kalan çocukla ilgili bir
haber. Ama asıl haber bu çocuk alındığında olacak. Doğumunda demiyorum. Çünkü
çocuk ölmüştür.
Zamanla öyle gelişmeler oldu ki… Evet, ilk haber, ilk
bulgu olarak ileri sürdüğüm konular artık herkes tarafından da biliniyor. Ancak
dikkatli okuyucular ve özellikle
inceleme araştırma meraklısı olanlar için önemini daima muhafaza edecektir bu
kitabımız
…
Sanki reklam yapmış gibi oldum. İnsan kendi kendini
över mi? Övmez tabii. İnsanı başkaları övmeli. Ama yazıyı başkalarının
okumasını sağlayamazsa insan… Demek ki temelde bir yanlışımız oldu. Hem de
büyük yanlış.
Nedir büyük yanlışımız? Başkalarıyla ilişki kurmamamız, yalnız
koşmamız.
Umarım benden ders alanlar, ibret alanlar çıkar.
Onlara diyorum ki; “Siz siz olun asla
yalnız koşmayın.”
ABD’li Dr. Elizabeth Gould, “Yaptığımız
araştırmada yalnız koşanların beyninde yeni hücrelerin oluşmadığını gördük. Bu
da yalnız koşmanın fayda yerine zarar getirdiğini gösteriyor. Ancak
başkalarıyla koşan insanlar koşarken sosyalleştiği için stres hormonu fazla
salgılanıyor.” dedi. (Sabah, 14. 03. 2006)
Yukarıdaki alıntı spor içindir belki; ama yazı da bir spordur. Fikir üretmek de…
Benimle koşan okurlar arıyorum. Ben koşuyor muyum?
Nereye koşuyorum? Bunlar da ayrı konular. Demem o ki benim, böyle değişik,
böyle tüm konuları aşure etmiş çalışmalarıma, yazılarıma katlanabilecek okuyucu
arıyorum.
Elimde fener de yok. Ben sizi göremem. Siz beni görürseniz…
Sabahattin GENCAL, Yuvacık, 2007
Not: Sözünü ettiğimiz bebek 2018'de nur topu gibi doğdu. Ancak gezemiyor. Kitap rafları bekçisi oldu sanki. Reklâm yaptığım sanılmasın. Düşünce ile alâkası olmayanlar için diyorum; alırsan YANARSIN!https://cinius.shop/product/dusunce-ufantilari-ve-digerleri/
Sayın Hocam, o kadar güzel ve etkileyici bir değerlendirme yaptınız ki anlamamak için aptal olmak lazım.Ne yazık ki uykuyu seven bir okumayan kitlemiz var.İnanın bu kadar güzel ve kısa yazıyı bile okumaktan kaçınıyoruz.
YanıtlaSilYorumunuz için çok teşekkür ederim. Değerlendirmem yazının yazıldığı tarihe yani 2007'ye ait. Bugünü ne sen sor ne ben... Onun için görevinizin ağır olduğunu bilerek çabalayınız. Bizim pilimiz bitti bitiyor... Hayırlı günler dileğiyle selâm ve sevgiler...
SilBilirsiniz, ünlü filozof Diyojen de yüzyıllar öncesinde gündüz vakti elinde fenerle dolaşırmış. Toplumlar çok kolay değişemiyorlar mı acaba Sabahattin Hocam? Veya sürekli yol göstericilere mi ihtiyaç duyuyorlar?
YanıtlaSilKitabınızdan yeni haberdar oldum, kendimi suçladım ama pek işe yaramadı. Dünya uçsuz bucaksız, ağır çekimde her yere ulaşamıyoruz doğal olarak. 2007-2014 . Uzun bir zaman dilimi. Siz de yoktunuz uzun zamandır.
ABD.li yazarın araştırmasından söz ederken acaba son cümleyi klavyeniz yanlış mı algılamış ?
Bebekleri, kitapları, doğayı, iyilik ve güzellikleri yaşatmak lâzım . Canlılar kolay tükenen pillerle değil de doğal ortamda enerji üreterek yaşıyorlar. Zamanı gelince ellerimizdeki fenerlerin ışığı kararacak belki. O zamana kadar direnmek belki...
Kitabınızı ilk fırsatta araştıracağım. Emeğinize, yüreğinize sağlık.
Selam-saygılar.
Çok teşekkür ederim Hocahanım.
SilYorumunuza katılıyorum. Çünkü tespitiniz doğru. Ancak sizin tabirinizle klavyem, "benzetmelerde hata aranmaz" yaygın sözüne uyuyor bazen.
Yaş 82. Üstelik beden ve ruh sağlığımız eskisi gibi değil. Onun için bloglarda da sosyal medyada da yok oluyorum zaman zaman.
Toplumların değişmesi kolay olmuyor tabii. Sürekli yol göstericilere ihtiyaç duyulması konusu ayrıca irdelenmesi gereken bir konu.
Kısa yorumunuzda önemli konulara parmak bastınız. Düşündürdünüz. Bu az maharet değil.
Hayırlı günler dileğiyle selâm ve saygılar.