31.1.25

Olayları İncelerken “Değirmen Misali Döner Başım”

 

 Bu aralar, taze taze yazı/yemek yapamadığımı arz etmiştim. Değerli okurlarımıza/konuklarımıza, Allah ne verdiyse, dolaptaki hazırlardan ikram edeceğiz. Bildiğiniz üzere bizim dolap öyle bir dolaptır ki orada hiçbir yemek bayatlamaz. Afiyet olsun.



OLAYLARI İNCELERKEN

“DEĞİRMEN MİSALİ DÖNER BAŞIM”

 

Olaylar olaylar… İlle de toplumsal olaylar.

Toplumsal olayların nedenlerini, niçinlerini, nasıllarını vb. anlayabiliyor muyuz? Anlamamız gerekir değil mi? Her şey sebep-sonuç ilkesine göre olduğuna göre…

Sebep-Sonuç mu dedim? Sözümü geri alıyorum. Çünkü sonu gelmez açıklamalara gücüm yetmez.

Biz, olaylar hakkında basit de olsa bir görüş edinelim istiyoruz. Biz mi dedim. Evet, bu konuda benim gibi birçok kişinin de aynı dileği paylaştığını tahmin ediyorum da…

Yine sözü dolaştırıyor, yine asıl konuya giremiyorum. Bu alışkanlık bir bakıma iyi oluyor. Nasıl mı? Kimileri bıkar, ‘off’ der okumayı bırakır. Bu da işimi kolaylaştırır. Okumaya bile sabır gösteremeyenlere ben ne anlatabilirim, kim ne anlatabilir ki?

Toplumsal olayları incelemek başta toplum bilimciler olmak üzere psikoloji, özellikle toplum psikolojisi, felsefe, mantık, din, dil, tarih, coğrafya vb. alanlarda çalışanların; daha doğrusu bu konuda uzman olanların işi.

Uzmanlarımız elbette görevlerini yapıyorlardır. Ancak paylaştıklarına ulaşamıyorum. Paylaşmadıklarına ihtimal vermiyorum. Raflarda kalan bilgilerin ne üretene ne de diğerlerine yararı vardır. Uzmanların bilgilerine ulaşamadığım için bir sade yurttaş olarak toplumsal olayları nasıl değerlendirebileceğimiz hususunda düşündüm birazcık.

Birazcık kelimesini de kullanmamalıydım. Öyle ya ilerlemiş coğrafyalarda, dediklerine göre 10 saat okuyorsa insan, 10 saat de düşünüyordur. Yani bu yazıyı on bir dakikada okuduğunuza göre en az on bir dakika düşüneceksiniz demektir.

Olayların analiz edilmesi ve bilimsel çalışmaların yürütülmesi konularında elbette yol ve yöntemler vardır. Sade bir yurttaş olarak bunları bir kenara bırakalım şimdilik. Hatta günümüzdeki teknik ilerlemeleri de konu edinmeyelim. (Beceremem çünkü…) Gidelim yarım asır öncesine.

Siz hiç su değirmeni gördünüz mü?



Biri sabit, bir döner iki taş var. Bu düzeneğin üzerinde koni biçiminde tahıl koyma yeri, ambarı diyelim. Ambarın ucundaki oluktan tahıl, mısır diyelim. Evet, mısırlar tane tane üst taşın ortasından düşer ve dönen taşın altında un olur...

Olayımızı da böyle un ufak etmemiz için su değirmeni örneğini verdim. Başka türlü de anlatamazdım; çünkü uzmanlıkla ilgili kavramları bilmiyorum. Şimdi benzetmemize dönelim: Ambar oluğundan çok mısır düşerse öğütme olabilir mi? Hayır tabii. Onun için oluğun eğimini ayarlayıcı bir düzenek var. Düzenek deyip geçiyorum. Oysa ben… Değirmene giderdim. Bütün parçaların değil isimlerini, bütün işlevlerini de bilirdim. Neyse geçelim…

Mısırı koçanı ile taşın aralığına atsak mı? İşte o hiç olmaz.

Konumuz su değirmenleri değil, sadede gelelim.

Asıl konumuz neydi? Toplumsal olayları analiz etmek. Şimdi aklınıza son zamanlarda olan en büyük bir toplumsal olayı getirin. Büyük ihtimalle Feto kısaltması ile anılan olayı hatırlamışsınızdır. Çünkü bu olay basit bir kalkışma değildir. Bu olay sadece hükümeti devirme kastı ile yapılan bir olay değildir. Bu olay devlete karşı yapılmıştır. Toplumu değiştirme, dağıtma ve belki de devleti parçalama amacıyla yapılmış bir olaydır. Olayın amacı neydi? Amacına ulaştı mı? Olay bitti mi, devamı var mı? Bütün bu akla gelecek soruları ancak uzmanlar cevaplandırabilir. Bizim bu konularda cevap vermemiz mümkün değil. Biz ancak böyle değirmen meğirmen, mısır koçanı falan filan benzetmeleri üzerinde dururuz. Ama fazla da alçak gönüllülük yapmayalım bu değirmen misali öyle yabana atılacak bir misal değil.

Tekrar soruları sormaya başlayalım:

Bir mısır koçanı düşünün. Bu koçanın, yalnız ucundaki mısırlar değirmende öğütülecek. Eee, diğeri ne olacak. Anlatamadık galiba, dur Feto örneğine dönelim. Yalnız şu tarihten sonraki durum ve olaylar üzerinde durulacak. Peki, bu tarihi hangi uzmanlar belirledi. Mahkemelere böyle tarih verilebilir mi? Böyle olunca durum aydınlanabilir mi?

Bazılarınızı sanki görüyorumdur. Eminim diyorsunuz ki; bu konunun aydınlanabilmesi için sadece mısır koçanını değil mısır tarlasını da ele almak gerekir. Tarlayı kimler belledi, kimler kazdı, kimler gübreledi? Kimler tohum ekti, kimler kihân etti?  Kimler kimler…

Biz olayları niye analiz etmek isteriz. Sebep sonuç ilişkilerini öğrenmek, kötü sonuçları bertaraf etmek, bir daha aynı akıbete uğramamak için çözümler üretmek vb. için tabii.

Anladığım kadarıyla Feto’yu esaslı biçimde incelemeyi konu edinemeyeceğiz. Sizler de edinemeyeceksiniz. Onun için bu örneğin geçin; ama bu değirmen misalini unutmayın. Bir şey daha unutmayın:

İki taşın arasında tahıl olmadan taş dönerse ne olur. İki taş birbirini ezer. Yani ateşlenir beyin, yıpranır beyin. Bu ateşlenme konusunu uyduruyor değilim. Bizzat boş dönen değirmen taşını gördüm. Aradan bir cızırtıyla öyle ateş çıkardı ki…

Ben, hiç kimseye değil kendime sitem ediyorum. Şahsımda öğretmenlere sitem ediyorum, tabii aydınlara da. Değil olayları incelemeyi birazcık düşünmeyi de öğrenemedik, öğretemedik.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Sitemi ile bitirelim yazımızı. Ne alâka demeyelim. İsteyen müzik keyfi yaşasın isteyen yar kelimesinin yerine vatan, millet veya istediği kelimeleri koysun.


Sitem

Önde zeytin ağaçları arkasında yar

Sene 1946

Mevsim

Sonbahar

 

Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim

Dalları neyleyim

Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim

Yar yar... Seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar

Değirmen misali döner başım

Sevda değil bu bir hışım

Gel gör beni darmadağın

Tel tel çözülüp kalmışım

 

Yar yar... Canımın çekirdeğinde diken

Gözümün bebeğinde sitem var


Benim gibi olmamanız, açık deyişle darmadağın ve teltel çözülüp kalmamanız dileğiyle...

Çekmeköy-İstanbul, 15. 01. 2019

 __________  

Gencal, Sabahattin, Hayatım’dan Sonra, Cinius Yayınları, İstanbul, 2020.









29.1.25

Ey Gidi Sabahattin…

 İnce Not: Bugünler yazamıyorum. Onun için geçmiş günlerde yazdıklarımdan en sakıncasız, en pürüzsüz, en uyutucu ve en enli bir yazıyı sunuyorum. Hayır dualarınızı beklerim.

 


EY GİDİ SABAHATTİN…

 

Bugün, yani 13 Mayıs 2019 Pazartesi günü de bir kere daha “Ey gidi Sabahattin…” dedim kendi kendime:

Ben sessiz, sakin, sabırlı, planlı, güvenli, kararlı ve istikrarlı çalışan biriydim. Bugünün işini, nadiren yarına bırakırdım. Ama emekli olalı beri, özellikle eşim rahmetli olalı beri performansım düştü, her şeyim düştü…

Sözde Kalem Sûresi Tefsiri derleme çalışmasını yılbaşında bitirecektim. Tefsiri bitirmek yerine bahaneler ürettim. “Sağlam kafayla yazmalıyım. Bir kelime yanlış olursa… Allah korusun…” Ne oldu? Sağlığım, düzelmek şöyle dursun, gittikçe bozulmaya başladı. Ramazan başlayalı ben de çalışmalarıma kaldığım yerden başladım.

Oğlum Fuat’ın kütüphanesinden içinde Kalem Sûresi bulunan altı farklı müfessire ait kitaplar aldım. Zaman zaman göz attım. Ancak epeydir elime almamışım ki bugün elime alınca kitap kapağında toz gördüm.

Ey gidi Sabahattin senin kitapların da mı toz tutacaktı. Gözlerim doldu. Çalışma masasında, ayaklarım şiştiği için fazla oturamadığımdan yattım. Ey gidi diye diye gözyaşlarım aktı…

Yine eski günlere gittim. 1989 Eğitim yılı başlarında, oğlum Fuat İstanbul’daydı zaten, küçük oğlum Ahmet de Marmara Üniversitesi İngilizce Bölümüne, Bursa Uludağ’dan yatay geçiş yaptı. Aile bireyleri hep bir arada olalım diye, Derince’deki lojmanı da olan bir ilköğretim okulu müdürlüğünden istifa ederek İstanbul’a naklimi istedim.

İstanbul’un Avrupa yakasında bir ilköğretim okuluna verildim. Okulda benden 8-10 yaş küçük bir öğretmenle karşılaştım. O da yeni gelmişti. Hemşeri çıktık. Okumayı da seviyordu üstelik.

Bir gün okul koridorunda beraber yürürken ta ileride okul müdürünün hareketlerini izliyorduk. Ben kimseleri tenkit etmem. O da etmedi fakat sadece benim duyacağım bir sesle Namık Kemal’in bir beytini tekrarlamaya başladı:

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten

Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Günümüz Türkçesi:

Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.”

O, galiba yurtdışındaki bir görevden ayrılarak gelmişti.

Arkadaşlığımız bir hafta sürdü sürmedi ben valilik tasarrufu ile Anadolu yakasındaki bir liseye verildim. O da Avrupa yakasındaki bir ilçe halk eğitim müdürlüğüne verildi.

O beni unutmuştur; ama ben unutmadım. Çağın değer yargılarının doğruluktan, samimiyetten hem de nasıl ayrıldığını görünce N. Kemal’i değil o arkadaşı hatırlarım. Arkadaşın ismini yazmıyorum. Google’dan aldığım haber doğruysa o bir ilin Milli Eğitim Müdürüdür. Ne olur ne olmaz.

Günceye böyle eski hatıralar yazılmazmış. Ben niye yazdım ki?

Doğrusu bir iç çatışma içindeyim. Kendi kendime Sabahattin bu blog yazma sevdasından da vaz geç. Kendi arzunla ve saygınlığınla çekil diyorum. Zaten okuyanın çok az. Tam çekilme kararı verirken vaz geçiyorum:

Bu akşam iftar vakti programını izlerken, bir hoca diyor ki:

“Bir sosyal medya kullanıcısı diyor ki 20 takipçim var. Bırakmak istiyorum.” Hoca diyor ki “hayır” devam. Hatta yabancı dilde de yaz diyor. Ben de gençliğimde, yani 3-4 sene öncesine kadar “Bir kişi bile olsa yazacağım.” diyordum.

Konu konuyu açıyor. Bloglardaki hataları düzeltmek, trafiği yükseltmek için kursa gittim. Dünyadaki trendleri takip etmemiz ve paragraflar arasına en çok aranan kelimeleri kullanmamız önerildi. Ben bunu nereye benzettim biliyor musunuz? Üsküdar sahilinde balıkçılar oltalarına yem takıyorlar ya, işte onlara. Damla adlı Web sitemi başarıyla açtım. Ama… Okuyuculara kral içerik sunulacak ama robotlara, yani arama mekanizmalarına uygun yemler verilecek. Yaa, ben robotları bile kandırmak istemem. Öyle trafiği de öyle getiriyi de istemem deyip yerimde saymaya başladım. Bakalım ne kadar daha yerimde sayarım.

Ey gidi Sabahattin… Ne diyor Goethe: “Küçük işlerle uğraşanlar, büyük işleri başaramazlar.” Bırak şu küçük işleri. Veya küçük işlerle uğraşanların da bir şeyler yapabileceğini göster.

Küçük işler diyorum; ama yavaş yavaş alışıyorum galiba. Müzik hani, resim hani, ya şiir vb. diyorum.

Kararsızlıkla ilgili bir müzik var mıdır acaba?

Varmış. Bu kararsızlık başka biçimde, ama olsun varsın

Ebru Yaşar - Kararsızım " ...

https://www.youtube.com/watch?v=ymj2Xw6dTvw

Şarkı Sözleri

Kaderde varsa bizim payımız susmak

Demek ki her şey eksik değerde

Tuhaf bu halin güvendiğin aklın nerde

Sığındığın yanlış bir gölge

Gelemedin kendine sen belki de bilerek

Bir adım at yanlısından vazgeçerek

Yeni değil ayrılık çok eski bir gelenek

Sözüm ona gidiyorsun istemeyerek

(…)

Kaderde varsa bizim payımız susmak…

Hayırlı uzun ömürler dileğiyle…

 Çekmeköy-İstanbul, 13. 05. 2019


 _______________

Gencal, Sabahattin,  Anahtar deliği Günlük, 

Cinius yayınları, İstanbul, 2020



28.1.25

Konumuz Hiçbir Şey

 


Uyarı!

Frekans ayarlarınızla oynamayınız.

Şaşırmayın. Şimdi açıklıyorum.

Beyninizin bir televizyona benzediğini varsayın. Bu televizyonu bazı uydulara/yazarlara ayarlamışsınızdır. Daha açık, berrak ve güzel görmek ve duymak için ayarlamak şart.

Sabahattin Gencal’ın yazılarını bütün şeffaflığı ile gören, duyan, hisseden ve hazmedenler sözüm sizlere. Bugünler cihazınızda karlanma, cızırtı, fasa fiso oluyorsa bilin ki bu yazardan kaynaklanıyor. İşte onun için diyorum ki frekans ayarlarınızla oynamayınız. Sizin ayarlarınız tam istenildiği gibi. Bu arada frekansını önceden ayarlamayanlara veya ayarlayamayanlara diyecek fazla bir şey yok. Canınız sağ olsun.

Şunu da ekleyeyim: Beyinlerin standart ayarları olmuyor. Her marka televizyonun ayarlarında ufak tefek farklılıklar oluyor ya insanlarda çok daha fazla farklılıklar var. Öyle de olması doğaldır çünkü her insan biriciktir.

Bazı yazarlar hitap ettikleri kitleye göre frekanslarını/üsluplarını ayarlar. Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) “Biz peygamberler, muhataplarımızın anlayacağı biçimde konuşmakla emrolunduk.” demiştir. Şahsen bu hadisi ilke edindim. Meslek hayatımda hep öğrencilerimin anlayabileceği biçimde konuştum. Daha çok ortaokullarda çalıştığım için genellikle 7.  sınıflara (orta ikilere) göre bir anlatım gelişti bende.

Bu anda düşünüyorum: Siz okuyucuların çoğu yüksek okul veya üniversite mezunu. Elbette sizlere uymaz bu frekans. Elbette sizler böyle ayrıntılara girmeye, acayip benzetmelere, sinir bozucu tekrarlara dayanamazsınız. Eee, bu yaştan sonra isteseniz de kafanızı 7.sınıftakilerin hassas alıcıları gibi yapamazsınız. Onun için kendinizi hiç yormayın. Ya, hoca da ne şey yapıyor diye de düşünmeyin. Merak etmeyiniz hoca pek yakında, tabii sağlık olursa ve de Allah (cc) izin ederse sizlere de hitap edebilme çarelerini arayacaktır. Bu oldukça zor ama uğraşacağız.

“Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış” atasözünü hatırlatırız:

İnsan kendi tutumunu, davranışını başkalarınınkinden daha üstün görür. Herhangi bir konuda onun düşündüğüne benzemeyen başka düşünceler ileri sürülse, kendi düşüncesini yeğler. Öyle ki bütün insanların akılları ortaya konulup da her kişi bir akıl seçsin, kendisine akıl edinsin denilse herkes şimdiki aklını seçip alır. (Aksoy, Ömer Asım (1995). Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü)

Alınmayasınız, gücenmeyesiniz, darılmayasınız, kırılmayasınız diye sadece kendimden söz edeyim: Açıkçası, okul içi dergi, duvar gazeteleri dışında ilk yazılarımın yerel gazetelerde yayınladığından  yani 1963’ten beri başka deyişle altmış küsür yıldan beri hep kumda yazmışız, suya yazmışız havadan civadan söz etmişiz. Olmuyor olmuyor. Tek tek hiçbir şey olmuyor. Bu teşhisi daha önceleri de bilmem kaç defa koydum. Yazdım da hatta Fatiha Suresindeki BİZ sözünden hareketle bir olmak gerektiğini vurguladım. Bloglarda üç kişiyi bir araya getiremedim. Kaç tane blog kapattığımı bile hatırlamıyorum. En son SAGEN Yazarlar Grubunu kuralım dedik. Olmadı. Niçin olamadığını da tam olarak keşfedebilmiş değilim.  Neyse konumuz bu değil zaten.

Peki, konumuz ne?

Konumuz hiçbir şey.

Az çok beni tanıyanlar için yazıyorum. Ben gündeme takılmam. Hele de bu gündemler yapay olarak yaratılıyorsa veya her taşın altından bir gündem çıkıyorsa. Yani gündemden çok hiçbir şey yok. Peki, tek tek baş edebilir miyiz bu gündemle hele de bu sisli havada.

Ne o televizyonda karlanma mı var, cızırtılar mı geliyor. Antenlerinizle oynamayınız. Sorun benden kaynaklanıyor.

Ben karlanmadan, cızırtıdan başka bir yayın yapmaya korkuyorum. Valla bu korku ikliminin ne menem şey olduğunu hâlâ anlayamadık. Bunca darbelere, bunca kumpaslara, bunca sinsiliklere, bunca hıyanetlere rağmen… ne o cızırtılar fazlalaşıyor mu?

Samimiyetle belirteceksek anksiyetem var ya bu karışıklık, bu karlanma vb. hep ondan. Bir not daha yazayım: Geçenlerde bir televizyonda sağlık programı izliyordum. Bir doktor diyor ki anksiyete olanlar çok çok fazlaymış. Bunun için kullanılan ilaçlar da kat kat artmışmış. Yani sadece silah sanayii değil ilaç sanayii de karşımızda… neyse konumuz bu değildi zaten. Bu programı izleyince daha anksiyeten söz etmeyeceğim, dedim kendi kendime. Öyle ya ben anksiyeteden yararlanarak yabana atılamayacak yazı üretimi yapıyorum. Yani anksiyetem benim bineğim gibi. Ama toplumdaki anksiyete…

Olumsuzu çağırmayın derler ya onun için hep anksiyete deyiverdim. Kaygı bozukluğunun artmaması dileğiyle.

Sabahattin Gencal,

Çekmeköy-İstanbul, 28. 01. 2025

 

 

26.1.25

“Üç Kuruş Parayla 5 Kuruşluk Saltanat Olmaz”

 


Genel Açıklama

Yazmak bir nevi ilâç benim için. Okumak da öyle. Okuma aç karnına, yazmak ise tok karnına olursa daha sağlıklı oluyor. Birkaç hafta yazmaya ara verince yayınladığım kitapları ancak okuma fırsatı buldum. Bu arada kitaplardan birkaç sayfa yayınladım da…

Fuzuli’nin, “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler…” dizelerini hatırlatayım:

Kitaplarımdan sayfalar yayınladım. Reklam diye okumadılar. Satırlara düşünceler yükledim faydasız diye iltifat etmediler…

Ne diyelim?

Yazılarımızı fuzuli olarak görmeyenler için yazarız biz de. Alışıla geldiği gibi devam kararlılığı ile…

 

“ÜÇ KURUŞ PARAYLA

5 KURUŞLUK SALTANAT OLMAZ”

 

19 Mart 2019 Salı, saat: 2059. Klavyenin başındayım. Ne yazayım diye düşünüyorum. Aslında günlük yazılırken düşünmez insan, daha doğrusu düşünmemeli. O günkü olaylar, durumlar hakkındaki izlenimleri, duygu ve düşünceleri içten geldiği gibi rahatça yazmalı. Bunu biliyorum ama benim düşündüğüm başka bir şey?

Bir emeklinin günlüğünün nasıl olması gerektiğini düşünüyorum. Diğer çalışanların günlüklerinden bir farkı olmamalı dersek yanılır mıyız? Belki de yanılırız. Çünkü bir çalışanın örneğin bir yazarın günlüğü daha çok yazma ağırlıklıdır. Bir askerin, bir siyasetçinin, bir fabrikatörün vb. günlükleri daha çok kendi branşlarına göre ağırlık taşır. Buraya kadar normal. Ama günlüklerin yayınlandığını düşünelim. Okuyucu bir asker günlüğü okumak isteyebilir, başka bir okuyucu hemşire günlüğü vb. Ama emekli günlüğünde belli bir ağırlık yok.

Ağırlık olursa şöyle olur: Emekli olmadan önceki çalışmalarına özel ağırlık verebilir. Kısaca emekli günlüğü her şeyi kapsayabilir; ama hiçbir şeyde öne çıkmayabilir. Haa, şöyle olurdu: İçe dönük bir günlük yazılsa, tabii oto sansür olmadan yazılsa bir emeklinin iç dünyası ortaya çıkardı ki o zaman okuyucunun da ilgisini çekerdi.

Biz, her ne kadar kendimizle ve içimizde bulunan sizle konuşsak da önceden de belirttiğimiz üzere bazı düşünce ve duygularımızı kara kutuya atacağımız için fazla ilginç, fazla yararlı olmaz yazdıklarımız.

Yukarıda ne demiştik? Emekli emekli olmadan önceki mesleğine ağırlık verebilir. Bakın ben de bu izahatlarla yine bir nevi öğretmenliğe başlamış oldum. Ne diyeyim, istemeden böyle oluyor.

Bir başka bir şey daha düşündürdü beni. Günlükler edebiyatın bir dalı olduğu her yerde vurgulanıyor. Yani edebi çerçeveyi de dikkate almak zorundayız. İş böyle olunca günlükler biraz yapaylaşır gibime geliyor. Kişiler benim gibi hemen yayınlamasalar bile, ileride yayınlanabilir veya başkaları tarafından da okunabilir kaygısı taşırsa…

Şimdi gelelim günümüzü nasıl geçirdiğimize.

Sabah namazından sonra, çoğu zaman olduğu gibi bilgisayara girdim. Okudum; okudum derken önceden adını hiç duymadığım Ebu Hayyan et-Tevhidi’nin adına rastladım. Merak ettim internette araştırdım.

Tevhidi, hayat sınıflarının on tane olduğunu, bunlardan sekizinin insanla ilgili olduğunu belirtmektedir.

Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi üzerinde duruyoruz da Tevhidi’nin hayat felsefesi üzerinde niye durmuyoruz diye geçti aklımdan. Becerebilirsem bu konuda bir yazı yazıp diğer bloglarımda yayınlayacağım inşallah.

*

İkindi namazından önce hemen yanı başımızdaki Huzur Camii’ne gittim. Cemaatten birkaç kişiyle sohbet ettim. Sohbet ettiğim kişilerin adlarını değil de nereli olduklarını yazıyorum nedense.

Beykoz’da ikamet eden fakat torunlarını bakmak için hanımıyla beraber oğlunun yanına gelen biriyle bayağı sohbet ettim. Oğlu bir lisede bilgisayar öğretmeni, gelini de öğretmen. Kızı da yakın bir ilçede edebiyat öğretmeni. Ben de öğretmen sayılırım, dedi. Tornacıymış. Çok çırak yetiştirmiş; onun için öğretmen sayıldığını söylüyor. “Öğretmenlerin sözünü dinleyen zarar etmez.” diyor. Ayrıca, “Üç kuruşluk parayla beş kuruşluk saltanat olmaz.” mealinde bir söz söyledi. Tam da bize uygun değil mi? Bunca borcumuza, sıkıntımıza rağmen saltanat sürenler var.

Ayrıca Merzifonlu biriyle görüştüm. O da çocuğunun yanına geldi. O da sosyal bilgiler öğretmeniymiş. Hem de benim mezun olduğum okuldan yani Bursa Eğitim Enstitüsünden. Ben 1964’te mezun oldum, oda 1969’da.

Namazdan sonra, bu kez doğu tarafımızda bulunan Hamidiye Camii çayevine gittim. Orada da Rizeli, Bayburtlu,  Digorlu, Erzincanlı kişilerle kısa bir sohbet yaptık. Ne zamandır söylüyorum: Burada Türkiye’nin nabzını tutmaya çalışacağım. Beceririm inşallah. Dün gittiğim Refah Camii çayevinde bulunanlar biraz daha kültürlü gibime geldi.

Kuşburnu içtikten sonra biraz ötedeki Mecidiye Parkı’na gittim. Oynayan çocukları, gençleri ve çimenlerde piknik yapan aileleri ve de banklarda sohbet eden ihtiyarları gözlemeye çalıştım. Tabii buna gözlem denmez gördüm demek daha uygun. Her neyse çok kalmadan eve döndüm. Yani döndüm durdum.

Yine düşünüyorum: bu yazdıklarımın bir yararı olur mu? Okuyucuya pek olmaz; ama bana olur mu? Allah ömür verirse bunu da görürüz inşallah.

Çekmeköy-İstanbul, 19. 03. 2019

________________

Gencal, Sabahattin,  Anahtar deliği Günlük, 

Cinius yayınları, İstanbul, 2020




23.1.25

Ooo, Hocam...

 


OOO, HOCAM

 

Seviyorum. Tüm yaratıkları seviyorum. Tüm insanları, özelikle çocukları seviyorum. Sevgim damarlarımda kan gibi… Ama ne yazık ki sevgimi belirtemiyorum.  Bu konudaki kuramsal bilgiler fazlasıyla var bende:

Hadis: “Ruhum kudret elinde olan Allaha yemin ederim ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” (Riyazüssalihin sayfa 289-Müslim)

Hadis: “Bir kimse din kardeşini severse ona sevdiğini haber versin.” (Tirmizi-Riyazüssalihin sayfa 291)

Yukarıda dedim ya, pratiğim zayıf. Sevgimi belli edemiyorum. Ama anlayan anlıyor beni. Geç de olsa görüyor içimdeki sevgi ateşini. İyi ki görüyorlar içimdekini, yoksa üzülürdüm. İyi ki…

Yeni taşındığım muhitimizde de yavaş yavaş görüyorlar beni, tanımaya başlıyorlar beni. Ama ben yine çekingen davranıyorum. Sokağımızdan gelip geçenlerin hatırını soramıyorum…

Durum böyleyken dün bir istisna gerçekleşti. Tesadüf mü dersiniz, tevafuk mü? Ne derseniz deyin güzel bir şey oldu:

Sokağımızdan geçmekte olan; dedesine nazların en güzelini gösteren Küçük beyle ve tabii dedesi ile de nasılsa konuştum. Hâl hatır sordum. Karşılık buldum. Derken derken…

Yaşlı delikanlının Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olduğunu öğrendim. 7 yıl kadar önce emekliye ayrıldı ve halen Samsun’da ikamet ediyor. Aslen Havzalı. Lâf lâfı açar derler ya cidden açıyor.  Samsun İmamhatipte okuduğunu da öğrenince sordum kendisine;

“Türkçe öğretmenlerinizden kimleri hatırlıyorsunuz?”

“Sabahattin Beyi…”

“Sabahattin Bey nasıl bir insandı?”

“İyi bir insandı…”

“İyi bir insandı.”     sözü, ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. Övünmek iyi değil, biliyorum; ama samimi olmak gerekirse… İçimden geçmedi değil, hâlâ da geçiyor. Musalla taşında sordukları zamanda inşallah “iyi insandı” derler

Farklı bir şey söylemiş olsaydı hiç ses çıkartmayacaktım; ama çok güzel bir tonlama ile çok güzel kelimeler çıkınca ağzından ve yüreğinden ben de yavaş yavaş güneş gözlüklerimi çıkardım. Ve derin derin bakınca “Oooo, Hocam.” diyerek bana sarıldı.

Sarıldık Ahmet Sait Yurduseven’le.

Tam 47 sene sonra birbirine sarılan öğretmen ve öğrencisini gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz?

Birkaç kelime, birkaç kelime daha; ama Küçük Bey dedesini rahat bırakmıyor.

Ahmet Sait Bey, müsaade alarak Küçük Beye dondurma almak üzere ayrıldı. Birkaç gün daha buralarda olacağını da ekledi.

Kızına gelmişti. Birkaç yüz metre ilerimizde oturuyorlardı. Görebileceğimi düşündüm. Camide göremedim, etrafta da göremedim. İçime dert oldu.

Tuttum, sınıf arkadaşı, yine Samsun 19 Mayıs Üniversitesi öğretim görevlilerinden emekli Necati Gül Bey’e telefon ettim. Böyle böyle dedim. Sağ olsun telefon numarasını attı bana.

Ahmet Sait Beye telefon ettim. On dakika geçmedi buluştuk.  Bir restorana gittik.

Giderken de konuşmaya devam ettik. Yine lâf lâfı açtı. Çok değerli bir arkadaşımı tanıdığını söyledi. Ama 25 yıldır görüşmediklerini ekledi. Hemen telefon açtım. Hâl hatırdan sonra Ahmet Sait Beye verdim telefonu. Görüştüler. Yine yeğenimiz ile arkadaş olduklarını da öğrendim. Yemekten sonra ona da telefon açtım. Kısaca güzel tesadüfler oldu bugün.

Yemekteki muhabbetimize diyecek yoktu. Yemekten sonra da bir tatlı da almasını isteyince “Bu sohbetten tatlı hiçbir şey olamaz” deyiverdi.

Gerçekten anılar öyle canlandı ki, sanki sesli ve renkli görüntülü bir filim izlemiş gibi olduk. Yalan olmasın tüm öğrencilerimi hatırlayamadım; ama bazı öğrencilerimi tek tek sordum. Maşallah, hepsi de güzel hizmetler verdiler, veriyorlar…

Sevincin yanında üzüntü de oluyor maalesef. Kendisinden çok umutlandığım, yazın hayatında yer alacağını kuvvetle tahmin ettiğim bir öğrencimi sordum. İnternet dünyasında kendisinin izine rastlayamadığımı belirtince genç yaşta rahmeti olduğunu söyledi. Allah rahmet etsin. Bu arada bazı öğretmen arkadaşlarımızı da rahmetle andık. Bazılarını da selâmetle.  Allah’ın takdiri…

Ahmet Sait Bey, bir ara dalar gibi olduysa da toparladı ve “Bu anda kendimi sınıftaki gibi hissediyorrum. Siz her zamanki mütevaziliğiniz, samimiyetinizle bilgi ve kültürünüzü yavaş yavaş, hazmettire hazmettire bize aktarıyorsunuz…

İnsan mahcup oluyor. Bu güzel sözler yetmiyormuş gibi ekliyor: “Hiç değişmemişsiniz.” diye iltifatlar ediyor…

Akşam ezanı okunmadan önce kalktık restorandan. O, caminin alt katında abdest alırken ben camiye girdim.

Namazdan sonra da konuştuk biraz. Başka bir öğrencimden söz etti. Demek ki abdestten sonra telefon etti ona. Öğrencimiz “Onu nasıl hatırlamam. ‘Yavrum’ derdi bize.”  Gerçekten öğrencilerimizi yavrularım gibi severdim.

Bu da bir tesadüf, sevgi ile başladık yazımıza yine sevgi ile bitiriyoruz.

Öğretmen ve öğrencisinin başka deyişle iki meslektaşın konuşmaları hep eğitim üzerine, hep sevgi ve saygı üzerine.

İnsanlar arasındaki ilişkilerin temel kuralı sevgi ve saygıdır.” diyenler ne güzel söylemiş.

Sevgi ve saygılarımla.

Çekmeköy-İstanbul, 10 Ağustos 2017 Perşembe

        __________________

        Gencal, Sabahattin, Ooo Hocam, İnsanManzaraları veya İkindi Sohbetleri, Cinius yayınları, İstanbul, 2020



19.1.25

Taze Bir Başlangıç İçin...

 



TAZE BİR BAŞLANGIÇ İÇİN 

DESTEKLERİNİZİ BEKLİYORUZ

 

Henüz daha 82 yaşında olmama rağmen maalesef ihtiyarlık -ihtiyarlık demeyelim de yaşlılık diyelim- evet yaşlılık belirtileri görülmeye başladı bende. Hamt olsun, şikâyet etmiyorum. Sadece durum tespiti yapıyorum:

Bütün beden fonksiyonlarımda azalma var. Görme, işitme, koku alma, tat alma, dokunma vb.  Eee azalmışsa kıyamet mi kopar? İstanbul’un içme sularını saklayan baraj sularının seviyesi düştü diye kaç kişi üzülüyor. Zamanla seviye yükselir inşallah.  Tabii bunların inşallahla maşallahla olacak iş olmadığını bilmiyor değiliz. Öylesine oturup fonksiyonlarımın azalmasını, kaslarımın zayıflamasını seyredecek de değilim herhalde…

Bir de beyin fonksiyonları konusu var ki bu konu çok ilginç. Bu fonksiyonlar siz yaşlandık demediğiniz sürece yaşlanmazmış. Daha yeni yeni keşfediliyor beyin. Beyin hücrelerinin yenilenmediğini sanıyorduk meğer onlar da yenileniyor. Yani umut varız.

Daha düne kadar, unuttum, unutuyorum falan filân deyiveriyorduk. Ne unutması, eğer kaydedilmişse hiçbir şey unutulmazmış. Ne var ki geri çağırma eyleminde aksaklıklar olabiliyormuş. (Siz en iyisi Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın’ın videolarına ve kitaplarına bakıveriniz.)

Doğrusunu söylemek gerekirse beynimizin yenilenmeye ve güncellenmeye ihtiyacı vardır. Bu işlem motorun rektifiye edilmesi gibi mi oluyor? Benzer gibi görülmekle beraber zannettiğimiz gibi değil. Beyin namütenahi/ucu bucağı olmayan/sınırsız bir konu.

Uzatmayalım. Dünyaya “salih amel yapmak” üzere gönderildik. Amacımızı gerçekleştirmek için çalıştığımız konuları OKU, ANLA, UYGULA/YAŞA, PAYLAŞ  ilkesiyle değerlendirdik. Bu kavramlardan biri eksik olursa amaca ulaşılamaz. Örneğin “paylaşma “olmazsa bütün emek boşuna oluyor…

Kendimizden örneklerle çalışmamıza devam edelim.

Okumayı tam olarak öğrendiğimizi söyleyemeyiz. Örneğin -ilkokul çocuklarına verilen- medya okuryazarlığını bile tam olarak yok bizde. Siyasetçileri okuyabilme becerisi de yok. Aslında siyasetçi de yok bizde. Böyle toptan yok saymak doğru değil. Onun için istisnalar hariç demeyi unutmayalım.

Anlama yeteneğimiz de eskisi gibi değil. Kısa bir müddet sonra unutuyoruz.

Yaşama konusu da büyük ölçüde “anlamaya” bağlıdır. Allah’a şükür anlayabildiklerimizi uygulayabiliyoruz. Ancak paylaşmamız olmuyor, olamıyor. Neden mi?

Yukarıda da az çok belirttiğimiz gibi beden sağlığımız nedeniyle topluma giremiyoruz. Teknik bakımından gelişememiş olmamız dolayısıyla da gerek bloglarda gerekse sosyal medyada etkimiz olamamaktadır.

İşte sorun bu:

NİYE ETKİLİ VE VERİMLİ OLAMIYORUZ? BU KONUDA BİR FİKİR GELİŞTİREN VAR MI?

Etkili derken yanlış anlaşılmasın. Bugüne kadar çocuklarım dahil  hiç kimseyi etkilemeye ve yönlendirmeye kalkmadım.  (Geçenlerde, bir vesileyle dedim ki, “şimdiye kadar çocuklarım, eşim, kardeşim vb. dahil hiç kimseye şu partiye oy verin demediğim gibi, ben şu partiye oy vereceğim de demedim.”  Oğlum Fuat, demediniz ama belli ettiniz, deyiverdi. Evet, “Yalan söyleyenlere, hazine mallarını peşkeş çekenlere, yolsuzluk, hırsızlık yapanlara, adam kayıranlara, hak hukuk tanımayanlara vb. oy vermek vebal altına girmektir.” demişimdir. Şimdi de derim. Allah ömür verirse yarın da demeye çalışırım. Kısaca doğruları açıklamak bizim görevimizdir. Açıklamazsak bazıları gibi oluruz ki Allah göstermesin. Açıkçası hiçbir Allah’ın kulunu şartlandırmayı düşünmeyiz. Tebliğ ve bilgilendirme yeterlidir. Onu cüzi iradesiyle baş başa bırakmak gerekir. Öyle ya Allah bile cüzi iradeye karışmıyor haşa biz mi karışacağız.

Salih amellerimizi yayın yoluyla nasıl yapabileceğimiz konusunda zerre miskal düşüncesi olan varsa bildirmelerini diliyorum. Önemli önemsiz, uygun uygun değil vb. düşünmeden fikirlerinizi YORUM YOLUYLA VEYA BAŞKA BİR KANALLA bildirirseniz memnun olacağım. Dedim ya yeteneklerimizin kayboluşunu, zayıflamasını oturup seyredecek değiliz…

Bir gazetenin sloganı nasıldı? Güneş her gün yeniden doğar. Her gün yeni bir gündür. Google’da da “Her sabah dünya yeniden kurulur... Her sabah taze bir başlangıçtır…” ifadesini ve benzer ifadeler buldum. Bu ifadeler de doğrusu daha çok yüreklendirdi beni. “Genç demek genç fikirli demektir.” (Atatürk).  Genç fikirli olarak 2025’te Allah (cc) izin ederse TAZE BİR BAŞLANGIÇ YAPMAK İSTİYORUM. Başlangıcımızın iyi olması konusunda düşüncelerinizi ve desteklerinizi bekliyoruz.

İyi günler dileğiyle.


Sabahattin GENCAL,

Çekmeköy-İstanbul, 19.01.2025

 

 

14.1.25

Yazı Su Gibi Olmalı *

 



(Yazar olmayı hayal edenlere…)

İnsanın, zaman zaman uykuları kaçabilir. Bu olağan bir durumdur. Ama benim, olağan dışı olarak gecenin tam ortasında, tam demindeyken uykum kaçıverdi.

Uykularım kaçınca başucumdaki kitaplarımdan birini alırım elime. Uykum çok kıskançtır. Özellikle güzel kitapları kıskanıverir ve çok geçmeden geliverir. Bu durumlara alıştık artık. Ancak dün gece alışmadığım bir durum yaşadık. Tam gecenin ortasında, ne bahane bulduysa kaçtı uykum.

Başucumdaki kitabı yattığım ilk anlarda bitirmiştim. Daha doğrusu kitap bitirdi beni. “Modern Batı Düşüncesinde Vahiy” adlı kitabı okumak oldukça zor. Onun için gözlerimi yumarak düşüncelere daldım. Kaçanlara minnet etmektense düşünmeyi tercih ettim.

Bin bir düşünceden biri öne çıktı nasılsa. Öyle ki “Buldum buldum” diyerek yataktan fırlasam yeriydi. Ama “ağır olalım” dedik. Keşke kalksaydık ve aklımıza geleni anında yazabilseydik.

Şimdi, gecikmeli de olsa buluşumu yazıyorum:

Yazı su gibi olmalıdır. Çokları, “Ooo, bu çoktan bulundu. “Yazı su gibi akmalı” diye az mı dedik…” Ben suyun akma özelliğinden öte, daha önemlisi içilebilirliği üzerinde duruyorum. Yazı yayla suyu gibi olmalı. Öylesine arı, duru… Öylesine tatlı, zevkli, lezzetli…

Çocukluğumda yazları Trabzon’un Alaysa Yaylasında geçirirdik. 2500 metre yüksekte nasıl su çıkıyor hâlâ anlamış değilim. Sülenlerden sular akıyor… Genç kızlar delikanlılar güğümlerini doldurmak için bekliyor…

Ben genç bir kızın güğümünden su içmedim. Kafekayı tepeme dikmedim. Güğümün en küçüğüne kafeka derdik. Bazıları bunu kafaya diker lıkır lıkır suyu içer, kalanı da yüzüne gözüne… Bazıları tasla içerdi. Ben maşrabadan içerdim. Maşraba kalaylı bakırdan yapılan şimdilerde kupa denilen bardağa benzer bir şeydi. Ayrıca sülenlerden de içerdim.

İyi ki kaçtı uykum. Yayla sefası yapıyorum. Uykum şimdi neyi kıskandı acaba yine yanaşmaya başladı.

İyisi mi sözümüzü tamamlayalım yoksa uyku bastıracak…

Bazı yazarlar nabza göre şerbet veriyor ya, belki de bundan geldi aklıma yazının su gibi olması. Şimdi marketler şerbetler var. Reklam olmasın diye isim vermeyelim. Birçok yazar böyle şerbet yapıyor. Bununla kalsalar iyi şerbetlere uyku ilâcı da aptallık ilâcı da katıyorlar. Hani filmlerde görürdük kızların limonatalarına uyku ilâcı katıyorlar. Bu şerbetçiler limonatıcıları çok geride bıraktı. Alenen katıyorlar. Çokları da ne kattıklarını da bilmiyorlar. Patron ne verirse şerbetlere katıveriyorlar. İşte biraz da bunun için diyorum. Yazılar su gibi şeffaf olmalı, katışıksız olmalı.

Söz sanatı da mı katmayalım? Suda belli mineraller var. Bu yeterli. (Bkz. 1) Ancak, bazı sularda doğal mineral falan filan da yok. Öylesine sulara da yapay aroma katıyorlar ve de modern edebiyat diye yutturuyorlar.

Kimse kusura bakmasın, ben Alaysa sülenlerinden su içmiş biriyim, Kurkuruçtaki İspendam Suyundan içmiş biriyim. Onun için yapay aromalı suları da şerbetleri de değerlendirebiliriz.

Uykum kaçtığında kalkıp bu su meselesini yazsaydım, bu son paragrafı yazmaya gerek duymazdım. Sanki birazcık öğünmek gibi oldu… Bir şey değil, şimdi de okuyucuların uykuları kaçacak. İçecek su bulma telâşı başlayacak…

Çekmeköy- İstanbul, 30.11.2019

____________

1. Suyun içinde bulunan kalsiyum ve magnezyum dışındaki mineraller de çok önemlidir.  Doğada ve insan vücudunda soy gazlar hariç 84 element bulunmaktadır. İnsan vücudunun bütün bunlara ihtiyacı vardır, çünkü bu elementlerin hiçbiri insan vücudunda üretilmemektedir. İşin kötü yanı bazı doğal mineralleri (selenyum, molibden, vanadyum, magnezyum, lityum, kobalt vb) alacağımız doğru dürüst bir kaynak yoktur. Bu minerallerin hemen tamamı kaliteli kaynak suluları, maden suları ve kaya tuzlarında bulunuyorlar ve sağlığımız için çok önemlidir. Sadece bir örnek vermek istiyorum ABD’de Texas’ta lityumdan fakir suların içildiği bölgelerde cinayet, hırsızlık, soygunculuk, tecavüz ve intihar olgularının daha çok görüldüğü saptanmıştır.

http://www.beslenmebulteni.com/ictigimiz-sudaki-diger-buyuk-sorun-mineral-eksikligi/

__________________________ 

İşte benim yaylam: ALAYISA
Bizim ev sol bastaydı. Hasretimize dayanamayınca yıkıldı.
Acaba diyorum; ayak izlerimiz de silindi mi?  Bu görülen ve görülmeyen mekânın her karışında ayak izlerim var...



* Gencal, Sabahattin; Yazı Su Gibi Olmalı, sayfa 29, En Çok Yalnız Olmadığım Vakit YALNIZIM, Cinius Yayınları, İstanbul, 2020

Karadenizli Kadının Yakınması