26.1.25

“Üç Kuruş Parayla 5 Kuruşluk Saltanat Olmaz”

 


Genel Açıklama

Yazmak bir nevi ilâç benim için. Okumak da öyle. Okuma aç karnına, yazmak ise tok karnına olursa daha sağlıklı oluyor. Birkaç hafta yazmaya ara verince yayınladığım kitapları ancak okuma fırsatı buldum. Bu arada kitaplardan birkaç sayfa yayınladım da…

Fuzuli’nin, “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler…” dizelerini hatırlatayım:

Kitaplarımdan sayfalar yayınladım. Reklam diye okumadılar. Satırlara düşünceler yükledim faydasız diye iltifat etmediler…

Ne diyelim?

Yazılarımızı fuzuli olarak görmeyenler için yazarız biz de. Alışıla geldiği gibi devam kararlılığı ile…

 

“ÜÇ KURUŞ PARAYLA

5 KURUŞLUK SALTANAT OLMAZ”

 

19 Mart 2019 Salı, saat: 2059. Klavyenin başındayım. Ne yazayım diye düşünüyorum. Aslında günlük yazılırken düşünmez insan, daha doğrusu düşünmemeli. O günkü olaylar, durumlar hakkındaki izlenimleri, duygu ve düşünceleri içten geldiği gibi rahatça yazmalı. Bunu biliyorum ama benim düşündüğüm başka bir şey?

Bir emeklinin günlüğünün nasıl olması gerektiğini düşünüyorum. Diğer çalışanların günlüklerinden bir farkı olmamalı dersek yanılır mıyız? Belki de yanılırız. Çünkü bir çalışanın örneğin bir yazarın günlüğü daha çok yazma ağırlıklıdır. Bir askerin, bir siyasetçinin, bir fabrikatörün vb. günlükleri daha çok kendi branşlarına göre ağırlık taşır. Buraya kadar normal. Ama günlüklerin yayınlandığını düşünelim. Okuyucu bir asker günlüğü okumak isteyebilir, başka bir okuyucu hemşire günlüğü vb. Ama emekli günlüğünde belli bir ağırlık yok.

Ağırlık olursa şöyle olur: Emekli olmadan önceki çalışmalarına özel ağırlık verebilir. Kısaca emekli günlüğü her şeyi kapsayabilir; ama hiçbir şeyde öne çıkmayabilir. Haa, şöyle olurdu: İçe dönük bir günlük yazılsa, tabii oto sansür olmadan yazılsa bir emeklinin iç dünyası ortaya çıkardı ki o zaman okuyucunun da ilgisini çekerdi.

Biz, her ne kadar kendimizle ve içimizde bulunan sizle konuşsak da önceden de belirttiğimiz üzere bazı düşünce ve duygularımızı kara kutuya atacağımız için fazla ilginç, fazla yararlı olmaz yazdıklarımız.

Yukarıda ne demiştik? Emekli emekli olmadan önceki mesleğine ağırlık verebilir. Bakın ben de bu izahatlarla yine bir nevi öğretmenliğe başlamış oldum. Ne diyeyim, istemeden böyle oluyor.

Bir başka bir şey daha düşündürdü beni. Günlükler edebiyatın bir dalı olduğu her yerde vurgulanıyor. Yani edebi çerçeveyi de dikkate almak zorundayız. İş böyle olunca günlükler biraz yapaylaşır gibime geliyor. Kişiler benim gibi hemen yayınlamasalar bile, ileride yayınlanabilir veya başkaları tarafından da okunabilir kaygısı taşırsa…

Şimdi gelelim günümüzü nasıl geçirdiğimize.

Sabah namazından sonra, çoğu zaman olduğu gibi bilgisayara girdim. Okudum; okudum derken önceden adını hiç duymadığım Ebu Hayyan et-Tevhidi’nin adına rastladım. Merak ettim internette araştırdım.

Tevhidi, hayat sınıflarının on tane olduğunu, bunlardan sekizinin insanla ilgili olduğunu belirtmektedir.

Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi üzerinde duruyoruz da Tevhidi’nin hayat felsefesi üzerinde niye durmuyoruz diye geçti aklımdan. Becerebilirsem bu konuda bir yazı yazıp diğer bloglarımda yayınlayacağım inşallah.

*

İkindi namazından önce hemen yanı başımızdaki Huzur Camii’ne gittim. Cemaatten birkaç kişiyle sohbet ettim. Sohbet ettiğim kişilerin adlarını değil de nereli olduklarını yazıyorum nedense.

Beykoz’da ikamet eden fakat torunlarını bakmak için hanımıyla beraber oğlunun yanına gelen biriyle bayağı sohbet ettim. Oğlu bir lisede bilgisayar öğretmeni, gelini de öğretmen. Kızı da yakın bir ilçede edebiyat öğretmeni. Ben de öğretmen sayılırım, dedi. Tornacıymış. Çok çırak yetiştirmiş; onun için öğretmen sayıldığını söylüyor. “Öğretmenlerin sözünü dinleyen zarar etmez.” diyor. Ayrıca, “Üç kuruşluk parayla beş kuruşluk saltanat olmaz.” mealinde bir söz söyledi. Tam da bize uygun değil mi? Bunca borcumuza, sıkıntımıza rağmen saltanat sürenler var.

Ayrıca Merzifonlu biriyle görüştüm. O da çocuğunun yanına geldi. O da sosyal bilgiler öğretmeniymiş. Hem de benim mezun olduğum okuldan yani Bursa Eğitim Enstitüsünden. Ben 1964’te mezun oldum, oda 1969’da.

Namazdan sonra, bu kez doğu tarafımızda bulunan Hamidiye Camii çayevine gittim. Orada da Rizeli, Bayburtlu,  Digorlu, Erzincanlı kişilerle kısa bir sohbet yaptık. Ne zamandır söylüyorum: Burada Türkiye’nin nabzını tutmaya çalışacağım. Beceririm inşallah. Dün gittiğim Refah Camii çayevinde bulunanlar biraz daha kültürlü gibime geldi.

Kuşburnu içtikten sonra biraz ötedeki Mecidiye Parkı’na gittim. Oynayan çocukları, gençleri ve çimenlerde piknik yapan aileleri ve de banklarda sohbet eden ihtiyarları gözlemeye çalıştım. Tabii buna gözlem denmez gördüm demek daha uygun. Her neyse çok kalmadan eve döndüm. Yani döndüm durdum.

Yine düşünüyorum: bu yazdıklarımın bir yararı olur mu? Okuyucuya pek olmaz; ama bana olur mu? Allah ömür verirse bunu da görürüz inşallah.

Çekmeköy-İstanbul, 19. 03. 2019

________________

Gencal, Sabahattin,  Anahtar deliği Günlük, 

Cinius yayınları, İstanbul, 2020




2 yorum:

  1. Eline sağlık hocam

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. Senin de eline sağlık. Selam ve sevgiler...

      Sil