Genel Açıklama
Yazmak bir nevi
ilâç benim için. Okumak da öyle. Okuma aç karnına, yazmak ise tok karnına
olursa daha sağlıklı oluyor. Birkaç hafta yazmaya ara verince yayınladığım
kitapları ancak okuma fırsatı buldum. Bu arada kitaplardan birkaç sayfa
yayınladım da…
Fuzuli’nin, “Selam
verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm gösterdim, faydasızdır diye
iltifat etmediler…” dizelerini hatırlatayım:
Kitaplarımdan
sayfalar yayınladım. Reklam diye okumadılar. Satırlara düşünceler yükledim
faydasız diye iltifat etmediler…
Ne diyelim?
Yazılarımızı fuzuli
olarak görmeyenler için yazarız biz de. Alışıla geldiği gibi devam kararlılığı
ile…
“ÜÇ KURUŞ PARAYLA
5 KURUŞLUK SALTANAT OLMAZ”
19 Mart 2019 Salı, saat: 2059.
Klavyenin başındayım. Ne yazayım diye düşünüyorum. Aslında günlük yazılırken
düşünmez insan, daha doğrusu düşünmemeli. O günkü olaylar, durumlar hakkındaki
izlenimleri, duygu ve düşünceleri içten geldiği gibi rahatça yazmalı. Bunu
biliyorum ama benim düşündüğüm başka bir şey?
Bir emeklinin günlüğünün nasıl olması
gerektiğini düşünüyorum. Diğer çalışanların günlüklerinden bir farkı olmamalı
dersek yanılır mıyız? Belki de yanılırız. Çünkü bir çalışanın örneğin bir
yazarın günlüğü daha çok yazma ağırlıklıdır. Bir askerin, bir siyasetçinin, bir
fabrikatörün vb. günlükleri daha çok kendi branşlarına göre ağırlık taşır.
Buraya kadar normal. Ama günlüklerin yayınlandığını düşünelim. Okuyucu bir
asker günlüğü okumak isteyebilir, başka bir okuyucu hemşire günlüğü vb. Ama
emekli günlüğünde belli bir ağırlık yok.
Ağırlık olursa şöyle olur: Emekli
olmadan önceki çalışmalarına özel ağırlık verebilir. Kısaca emekli günlüğü her şeyi kapsayabilir; ama hiçbir şeyde öne
çıkmayabilir. Haa, şöyle olurdu: İçe dönük bir günlük yazılsa, tabii oto
sansür olmadan yazılsa bir emeklinin iç dünyası ortaya çıkardı ki o zaman
okuyucunun da ilgisini çekerdi.
Biz, her ne kadar kendimizle ve
içimizde bulunan sizle konuşsak da önceden de belirttiğimiz üzere bazı düşünce
ve duygularımızı kara kutuya atacağımız için fazla ilginç, fazla yararlı
olmaz yazdıklarımız.
Yukarıda ne demiştik? Emekli emekli
olmadan önceki mesleğine ağırlık verebilir. Bakın ben de bu izahatlarla yine
bir nevi öğretmenliğe başlamış oldum. Ne diyeyim, istemeden böyle oluyor.
Bir başka bir şey daha düşündürdü
beni. Günlükler edebiyatın bir dalı olduğu her yerde vurgulanıyor. Yani edebi
çerçeveyi de dikkate almak zorundayız. İş böyle olunca günlükler biraz
yapaylaşır gibime geliyor. Kişiler benim gibi hemen yayınlamasalar bile,
ileride yayınlanabilir veya başkaları tarafından da okunabilir kaygısı taşırsa…
Şimdi gelelim günümüzü nasıl
geçirdiğimize.
Sabah namazından sonra, çoğu zaman
olduğu gibi bilgisayara girdim. Okudum; okudum derken önceden adını hiç
duymadığım Ebu Hayyan et-Tevhidi’nin
adına rastladım. Merak ettim internette araştırdım.
Tevhidi, hayat sınıflarının on tane
olduğunu, bunlardan sekizinin insanla ilgili olduğunu belirtmektedir.
Maslow'un gereksinimler hiyerarşisi
üzerinde duruyoruz da Tevhidi’nin hayat felsefesi üzerinde niye durmuyoruz diye
geçti aklımdan. Becerebilirsem bu konuda bir yazı yazıp diğer bloglarımda
yayınlayacağım inşallah.
*
İkindi namazından önce hemen yanı
başımızdaki Huzur Camii’ne gittim. Cemaatten birkaç kişiyle sohbet ettim.
Sohbet ettiğim kişilerin adlarını değil de nereli olduklarını yazıyorum
nedense.
Beykoz’da ikamet eden fakat
torunlarını bakmak için hanımıyla beraber oğlunun yanına gelen biriyle bayağı
sohbet ettim. Oğlu bir lisede bilgisayar öğretmeni, gelini de öğretmen. Kızı da
yakın bir ilçede edebiyat öğretmeni. Ben de öğretmen sayılırım, dedi.
Tornacıymış. Çok çırak yetiştirmiş; onun için öğretmen sayıldığını söylüyor. “Öğretmenlerin sözünü dinleyen zarar etmez.”
diyor. Ayrıca, “Üç kuruşluk parayla beş
kuruşluk saltanat olmaz.” mealinde bir söz söyledi. Tam da bize uygun değil
mi? Bunca borcumuza, sıkıntımıza rağmen saltanat sürenler var.
Ayrıca Merzifonlu biriyle görüştüm. O
da çocuğunun yanına geldi. O da sosyal bilgiler öğretmeniymiş. Hem de benim
mezun olduğum okuldan yani Bursa Eğitim Enstitüsünden. Ben 1964’te mezun oldum,
oda 1969’da.
Namazdan sonra, bu kez doğu
tarafımızda bulunan Hamidiye Camii çayevine gittim. Orada da Rizeli, Bayburtlu, Digorlu, Erzincanlı kişilerle kısa bir sohbet
yaptık. Ne zamandır söylüyorum: Burada Türkiye’nin nabzını tutmaya çalışacağım.
Beceririm inşallah. Dün gittiğim Refah Camii çayevinde bulunanlar biraz daha
kültürlü gibime geldi.
Kuşburnu içtikten sonra biraz ötedeki
Mecidiye Parkı’na gittim. Oynayan çocukları, gençleri ve çimenlerde piknik
yapan aileleri ve de banklarda sohbet eden ihtiyarları gözlemeye çalıştım.
Tabii buna gözlem denmez gördüm demek daha uygun. Her neyse çok kalmadan eve
döndüm. Yani döndüm durdum.
Yine düşünüyorum: bu yazdıklarımın
bir yararı olur mu? Okuyucuya pek olmaz; ama bana olur mu? Allah ömür verirse
bunu da görürüz inşallah.
Çekmeköy-İstanbul, 19. 03. 2019
________________
Gencal, Sabahattin, Anahtar deliği Günlük,
Cinius yayınları, İstanbul, 2020
Eline sağlık hocam
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. Senin de eline sağlık. Selam ve sevgiler...
Sil