Küçüktük, mısır çuvalını el arabasıyla
değirmene götürürdük; para veya ‘hak’
karşılığında öğütülerek un
yapılırdı. Hakkın emek olduğunu
değirmende öğrendik.
Armut bahçemizin alt tarafındaki yaşlıca
komşumuz kendi arazisine düşen armutları yukarı tarafa atardı; hakka hassasiyeti ondan öğrendik.
Ve okulda “Hakka tapan” milletimizin istiklâli hak ettiğini öğrendik. Zira Müslüman Türkler, Allah’ın isimlerinden
biri olan doğruluğa, gerçekliğe taparcasına bağlılıkla Allah’a ubûdiyeti bir
sayardı.
Haksızlığa gelememek, hak yememek,
haksız olduğunda özür dilemek, hakkı haykırmak hatta dünyanın
neresinde bir haksızlık varsa ona karşı çıkmak eskiden toplumsal hasletlerimizden biriydi; yada biz öyle
zannederdik. (Az kaldı Çeçenistan’a gidecektik)
Kul
hakkı, kul hakkı derlerdi; onun insan
hakları olduğunu veya insanlara haksızlık yapılmaması olduğunu sonradan
öğrendik. Ama kısa çöpün uzun çöpten
hakkını alacağını Ahmet Kaya’nın şarkısından çok önce duymuştuk.
Kuran’ın
anlamı üzerine yaptığımız okumalardaysa hakkı ve sabrı tavsiyenin (tevâ savb’il-hakkı ve tevâ savb’is-sabr)
yani doğruyu/gerçeği ve dirençliliği
önermenin hüsrana düşmekten kurtarıcı rolünü keşfettik. Dahası ‘Son Kitap’ta “Hakka” diye bir sûre vardı; gerçek, hakikat, gerçekleşmesi hak olan.
Kırk yıla yakın dinlediğimiz Hazret de haksızlığa ve gelir dağılımındaki
adaletsizliğe karşı itirazın, isyanın müzikal mümessiliydi; alâkayı sonradan kavramıştık.
2009’daki ‘İmanifesto’mun sonunda demişim (ki şiirin ana fikri son satırlarında
saklıdır):
Aşktan ve adanmışlıktan geride ne
varsa at;
Tek
yaşasın hakikat, yaşasın tek hakikat!
“Hakikat,
kaderin imzasız mektubu” diyor ya Cemil
Meriç; aslında hayat yolculuğumuz
hakikate yani onu bir ölçü ve kriter
olarak yaratana ulaşma yolculuğudur.
Varlığın anlamı mutlak gerçeği ve
eşyanın hakikatini doğruyu/doğruluğu mikyas alarak aramaktır. Bu yolculuğun
yol keseni olmaksa Allahsızlıkta saf tutmaktır.
“Yâ
hak!” sözü bir nidâ değil bir yaşam biçimidir. Hakkın hatırı için zorluklara göğüs germek ve gerektiğinde bedel
ödemekse insanın imtihanıdır. İnsan
olmanın gereği başka nedir ki?! Halifelik;
doğanın ve tüm canlıların sorumluluğu, takvâ;
öz sorumluluk bilinci değil miydi?!
Buraya nasıl geldik? Hak-hakikat
arayışıyla.. Nereden geldik? Yoldan, yolculuktan.. Peki, o yoldan nasıl çıktık?
Yalanlara gerçek muamelesi yapmaya
ne vakit girdik? Ne ara böyle bir başkalaşım / ‘böcekleşme’ geçirdik?
Livaneli’nin
dediği gibi “Bunca hoyratlık, bunca kan, bunca hunharlık, bunca yalan-dolan, iftira;
ruhlarımızda iz bırakmadan mı geçip gidiyor sanıyorsunuz?”
Herkes Hz. Ali sözleri paylaşıyor ama
haksızlığa karşı Ali duruşuna kalkışan yok. Herkes hadis share ediyor ama düzenin zalimliğine karşı Muhammedî tavrı kuşanmayı aslî sünnet saymıyor. Biz zıvanadan değil zıvana bizden çıktı. Hayatımız yalan, yalanlar hayatımız olmuş.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, Dicle’nin
kenarında kaybolan koyunun hesabı buharlaşan
milyarlarca dolarlardan payımıza düşecek birkaç yüz liraya yahut bir-iki
koliye feda olsun. Selam vereceğiz, rüşvet değil diye almayacaklar ama rüşvetçiye selam çakmayı sürdüreceğiz.
Korona
kaderi hızlandırdı. Lâkin Âkif’in
deyimiyle belâyı biz istedik, Allah da verdi; olay bu. Niyazi
Hocamın son günlerde diline pelesenk ettiği gibi:
“Sen bozuksun ondan dünya bozuldu. / Niçin bu dünyaya sitem edersin?” (E.A.Yüknekî)
Aşka bir açıdan güzel bir bakış.
YanıtlaSil